10 Şubat 2010 Çarşamba

Hitit Duası

Tanrım,
Beni yavaşlat.
Aklımı sakinleştirerek kalbimi dinlendir...
Zamanın sonsuzluğunu göstererek bu telaşlı hızımı dengele...
Günün karmaşası içinde bana sonsuza kadar yaşayacak tepelerin sükunetini ver .
Sinirlerim ve kaşlarımdaki gerginliği,
belleğimde yaşayan akarsuların melodisiyle yıka, götür.
Uykunun o büyüleyici ve iyileştirici gücünü duymama yardımcı ol...
Anlık zevkleri yaşayabilme sanatını öğret;
bir çiceğe bakmak için yavaşlamayı,
güzel bir köpek ya da kediyi okşamak için durmayı,
güzel bir kitaptan birkaç satır okumayı,
balık avlayabilmeyi, hülyalara dalabilmeyi ögret...
Her gün bana kaplumbağa ve tavşanın masalını hatırlat.
Hatırlat ki yarışı her zaman hızlı koşanın bitirmediğini ,
yaşamda hızı arttırmaktan çok daha önemli şeyler oldugunu bileyim...
Heybetli meşe ağacının dallarından yukarıya doğru bakmamı sağla.
Bakıp göreyim ki, onun böyle güçlü ve büyük olması yavaş ve iyi büyümesine bağlıdır...
Beni yavaşlat Tanrım ve köklerimi yaşam toprağının kalıcı değerlerine doğru göndermeme yardım et.
Yardım et ki, kaderimin yıldızlarına doğru daha olgun ve daha sağlıklı olarak yükseleyim.
Ve hepsinden önemlisi...
Tanrım,
Bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için CESARET,
Değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etmek için SABIR,
İkisi arasındaki farkı bilmek için AKIL ve
Beni aşkın körlüğünden ve yalanlarından koruyacak DOSTLAR ver...

(HiTiTLERiN M.Ö.2000 YILINDAKİ DUVAR YAZISINDAN ALINMIŞTIR.)

28 Ocak 2010 Perşembe

Zülfü Livaneli: “Başarılı olmak”

Zülfü Livaneli

zlivaneli@gazetevatan.com

Hayata dair - 16
Son yıllarda gittikçe güçlenen bir duyguyla “başarılı olmak” denilen soyut virüsü reddediyorum. Daha çok ün, daha çok para, başka insanlar üzerinde daha çok otorite, daha çok şu, daha çok bu... Peki bütün bunlar neye yarıyor?

İnsanın derinliği mi artıyor, duyguları ve dünyayla uyumu mu gelişiyor?

Hiçbiri olmuyor bunların!

Soyut bir şan-şeref-para-iktidar dünyasının pırıltısı yüzünden hastalanıyor insanlar. Dilleri dişleri kilitleniyor. Birbirlerinden nefret ediyorlar. Kıskançlık krizleri geçiriyorlar. Gençlikten sonra ve yaşlılıktan önceki kısacık süreyi bir cehennem içinde geçiriyorlar.

Oysa hiçbir “başarı”, küçük bir kız çocuğunun gülüşündeki mutluluğu yaratamaz. Hiçbir “ün”, baharın ilk günlerinde omuzunuzu ısıtan güneş kadar değerli değildir.

Bir insanı sevmenin derinliği, hiçbir iktidarla kıyaslanamaz. Mutluluk, insanın kendi yaşamında... Küçük görülen, horlanan insani ilişkilerinde ve doğayla uyumunda.

“Başarı” isteyen, “iktidar” için çırpınan, “şöhret” için aklını oynatan insanlar... Buyurun devam edin. Aynı trende yolculuk etmiyoruz.

Meksika’daki Issık-Göl Forumu toplantısında bir konu önermiştim: “Individualism and Solidarity”. Yani Bireycilik ve Dayanışma. Çünkü modern toplum ilişkilerinin en önemli çelişkisinin ve çözmek zorunda olduğu sorunun bu olduğunu düşünüyordum. Sosyalist toplumun dayanışmayı ön plana alan örgütlenmesinin karşısında, kapitalist toplumun bireyci aşırılığı vardı.

Artık dünyamızda sadece dayanışma türküsü okunmuyor. Bireyin önemi ortada.

Gelişmiş Batı toplumları da yalnızca rekabete dayanan sistemlerini sorguluyor, gözden geçiriyorlar.

Belki de çözüm, bireyselliğe saygı gösteren bir dayanışma toplumunda.

***



Bu dünyada sanat diye bir kavram olmasaydı ne yapardım ve hayata nasıl dayanırdım bilmiyorum. Öylesine karmaşık, hırs dolu ve öfkeli bir dünyada yaşıyoruz ki insan ilişkileri her geçen gün daha acı verici hale geliyor.

Bir yıldızın ışığı vuruyor bize, uzak bir yıldızın. Yıldızı gördüğümüzü sanıyoruz, oysa milyonlarca yıl önce oradan göçüp gitmiş olan yıldızın ışığı bize yeni ulaşıyor. Şimdi orada yıldız falan yok artık.

Kavranamayacak kadar büyük bir zaman ve mekânın içinde, böylesine küçük ve kayda değmez yaratıkların, bir kelebek ömrü kadar kısa yaşamlarını hırgürle, hırstan dili dişi kilitlenerek geçirmesi akıl alır gibi değil.

İşte sanat bu bilincin sezgilerini yansıtıyor insana. Gündelik hırslar küçülüyor, başarı denilen virüs ilgilendirmez oluyor sizi. Zamanın ve mekânın büyüklüğünü duymaya çalışıyorsunuz.

Ve sonunda zaten trajik bir yazgıya çarpılmış ve ölümlü olduğunu bilerek dünyaya gelmiş olan insanoğluna yardımcı olmak, onun uğradığı haksızlıklara karşı çıkmak ve acılarını hafifletmeye çalışmaktan başka bir amacı kalmıyor sanatın.

***



Uzayda buluşan kozmonotlar, o uçsuz bucaksız karanlıkta yüzer gibi dolaşıyorlar. Yerçekiminden kurtulmuş hareketleri salıntılı, ağır ve nazenin.

Çok uzakta mavi bir portakala benzeyen küre kendi başına dönüp duruyor. Yıldızlar arasında bir yıldız... Adına Dünya diyorlar.

Uzayda ısı eksi 92 santigrat derece.

İyi hazırlanmış kozmonot giysileri bile bu korkunç soğuktan koruyamıyor onları.

Tuncer Cücenoğlu: Gergedan'laşan Dünya

Tuncer Cücenoğlu
Gergedan'laşan Dünya
Gergedan (Le Rhinoceros) çağdaş dünya tiyatrosunun en önemli yazarlarından Rumen asıllı Fransız Eugene Ionesco’nun en ünlü oyunlarından birinin adıdır.

Ancak yalnızca Gergedan’ı değil, Kel Şarkıcı, Ders, Sandalyeler, İki Kişilik Hırgür, Amedee, Kral Ölüyor ve Macbett adlı oyunlarını da Dünya tiyatrosuna armağan etmeyi başarmıştır yazarımız.

Ionesco, ülkemizde Ankara ve İstanbul Devlet Tiyatroları’nda da sahnelenen Gergedan’ı 1959 yılında yazmıştır. (Ankara’daki uygulamasında, burada rahmetle anıyorum Kerim Afşar, İstanbul’dakinde ise Zafer Ergin unutulmaz kompozisyonlar çizmişlerdir.)

Kuşkusuz yazarın tüm bu başarılı oyunları içinde, birçok tiyatrosever gibi, beni de derinden etkileyen en önemli oyunu Gergedan’dır…

Hele günümüz Türkiye’sinin olumsuz koşullarında Gergedan bir daha önem kazanmıştır benim için…

45 yıllık geçmişe sahip

Bir tiyatro yapıtı yazıldığından yüzlerce yıl sonra sahnelendiğinde bile coşku uyandırabiliyorsa, uyarabiliyorsa insanları, kalıcı olabilmeyi başarmış demektir. Çünkü yaşanılan günlere ulaştırmayı bilmiştir sağlam iletisini.

İşte Gergedan da 45 yıllık bir geçmişe sahip olmasına karşın, dünya durdukça her zaman sahnelenecek ve güncelliğini hiç yitirmeyecek oyunlardan biridir.

Gergedan’ın konusu kısaca şöyle:

Bir taşra kentinde Berenger ve Jean adlı iki arkadaş bir kahvede oturmuş söyleşmektedirler. Berenger sıkıntılıdır ve içmektedir. Çalıştığı iş ortamından memnun değildir çünkü.

Birden kahvenin de bulunduğu kentin büyük meydanından bir gergedan hızla geçer… Geçmekle de kalmaz, bir kediyi de ezer…

Kahvedekiler gergedanlar üstüne tartışmaya başlarlar… Tartışma giderek alevlenmektedir ancak bir canlının yaşamına son veren gergedanla ilgili önlem almaya yönelik hiçbir düşünce ileri sürülmemektedir tartışmacılar tarafından…

Ertesi gün Berenger’in çalıştığı iş yerinde gergedan tartışmasının sürdüğünü görürüz… Wisser bunun bir propaganda olduğunu söyler. Kuşkusuz Berenger

olaya tanıklık ettiğini duyurarak bu görüşe karşı çıkar ve propaganda değil bir gerçek olduğunu savunur gergedanın.

Bu arada bir iş arkadaşının karısı yanlarına gelerek, kocasının rahatsızlandığını bu nedenle de işe gelemeyeceğini söyler ve yol boyunca bir gergedan tarafından izlendiğini anlatır… Nitekim az sonra merdiveni çıkmaya çalışan bir gergedanın homurtuları duyulur… Kadın gelen gergedanı hemen tanır… Kocasıdır.

Bütün kent gergedan öyküleriyle çalkalanmaktadır artık…

Berenger arkadaşı Jean’ı görmek için evine gider… Arkadaşı hastalanmıştır. O da nesi? Alnında da bir boynuz çıkmıştır Jean’ın… Berenger arkadaşının kendisine saldırmak için eyleme geçeceğini anlayıp, kendini dışarıya zor atar ve kurtarır canını…

Ertesi gün Berenger’in evine, aydın arkadaşı Stech gelir ve gergedanlaşmanın bütün toplumsal sınıflara yayıldığını anlatıp, bunun nesnel açıklamasını yapmaya çalışır.

Birden Berenger’in nişanlısı Daisy içeriye endişeyle girer ve gergedanların radyoevini de ele geçirdiklerini söyler…

Bu arada başında “Bu bir propaganda!” diye olayı küçümseyen Wissen “İnsan zamana ayak uydurmalı!” demeye başlamıştır bile…

Bütün kurumlar gergedanlaşmaktan paylarını almaya başlamışlardır giderek…

Sokak ve caddelerde o garip homurtularıyla kendilerine göre inleme ve öfkeyi andıran marşlar söyleyerek dolaşmaktadırlar düzenli öbekler halinde gergedanlar…

Üstelik önlerine çıkan her şeyi ezerek ve yok ederek…

Gergedanlaşmak…

Geride yalnızca düzene zaten karşı olan Berenger ile onu çok seven nişanlısı Daisy kalmıştır.

Ancak sevgi de gergedanlaşmayı önleyemez ve Daisy de katılır birden kervana…Üstelik Berenger’in tüm uyarılarına karşın…

Berenger insan olarak yapayalnızdır artık…

Ancak direncini yitirmemiştir… Tek başına kalsa da insan olmayı sürdüreceğini haykırarak silaha sarılır…

ZÜLFÜ LİVANELİ: Öfke büyürken

Öfke büyürken
Sabah evden çıktınız, işe gidiyorsunuz. Bir bakıyorsunuz ki caddede iki kişi birbirine sille-tokat girişmiş. Birisinin burnunun kanadığını fark ediyorsunuz.

Görmemiş gibi yaparak geçip gidiyorsunuz.

Biraz ileride iki araba kafa kafaya gelmiş. Önemli bir hasar yok ama iki adam dışarı çıkmış birbirlerine ağza alınmaz küfürlerle saldırıyorlar.

Bunu da duymamış gibi davranıyorsunuz.

İşe geliyorsunuz ki feci bir gerilim var. Hava elektrikli, insanlar birbirleri hakkında söyleniyor, diş gıcırdatıyor. Sonunda beklenen oluyor ve iki kişi arasında bir tartışma patlayıveriyor.

Bir arkadaşınız elindeki evrakları bir başka arkadaşınızın suratına çarparak “Yetti be artık, canımdan bezdim, arkamdan iş çevirme!” diye haykırıyor.

Birkaç kişi kavgayı ayırıyor. Siz görmezden gelmeye çalışıyorsunuz.

Akşam eve dönerken bir kapkaççı, bir kadının çantasını çalmaya teşebbüs ediyor. Yoldan geçenler genç kapkaççıyı yakalayıp eşek sudan gelene kadar dövüyor, ağzını burnunu kırıyorlar. Polis düdükleri duyuluyor.

Trafik sıkışmış. Herkes birbirine el kol işarete yaparak kornalar basmakta. Cehennemî bir gürültü var ortalıkta.

Bunların hiçbirine aldırmayıp eve geliyorsunuz; o gün hiçbir olaya karışmamadan kendinizi eve atmanın huzurunu yaşamak istiyorsunuz.

Ama olmuyor. İçinizde bir kasılma, bir sertlik, bir korku var.

Size hiçbir şey olmadı, hiçbir olaya karışmadınız ama yine de gün boyunca karşı karşıya geldiğiniz olaylar sizi gergin kıldı. Artık siz de her an patlamaya hazır bir bomba gibisiniz.

***


İşte Türkiye’in hali bu.

Ortalıkta o kadar çok kavga, o kadar çok gerilim var ki; hiçbir olaya karışmasanız bile siz de ister istemez nasibinizi alacaksınız bu ortamdan.

Havadaki nefret neredeyse elle tutulur hale gelmiş.

Parti başkanları birbirlerine en ağır dille saldırıyor, bağırıyor, haykırıyorlar.

Gazetelerde köşe yazarları birbirlerine küfür ediyorlar.

Ekrana çıkanların çoğu neredeyse birbirini dövecek halde.

Bu ortamı paylaştığınız zaman bir şeye karışıp karışmıyor olmanızın bir anlamı yoktur.

Ortamınız budur. Soluduğunuz havada nefret vardır. İster istemez etkilenir, fark etmeden siz de birilerine bela okumaya başlarsınız.

***


İşte hal-i perişanımız bu.

Oysa hepimize bir tek ömür verilmiş. Bir süre sonra paydos zili çalacak ve ebedi uyku başlayacak.

O zaman ne kavgaların farkında olacağız, ne nefretlerin.

Bu kısacık ömrü, bu kadar büyük ihtiraslarla, ego çarpışmalarıyla, sen ben horozlanmalarıyla tüketmeye değer mi?

Bu hayatta aşk var, aile, dostluk, sanat var, kendinden geçerek kahkahalar atmak var.

Bunu yapmak yerine niye dişlerinizi sıkarak, birilerinden öç almaya çalışarak yaşayacaksınız ki.

Değer mi?

HAŞMET BABAOĞLU: Nasıl bu kadar zalim olabiliyoruz?

Nasıl bu kadar zalim olabiliyoruz?
Filmler, romanlar, efsaneler, halk hikâyeleri yanıltıyor bizi! Ya karanlık ruhlu kahramanların ya da meczupların gaddar şiddetine ve kıyıcılığına inanmaya yöneltiyorlar!
Oysa asıl soru şu:
Az önce şefkatle çocuğunun başını sevmiş bir baba nasıl oluyor da başkalarının çocuklarını bir odaya sokup kurşuna diziveriyor?
Daha açıkçası...
Nasıl oluyor da "normal" insanlar, daha doğrusu iyi insanlar hiçbir akıl hastalığı belirtisi göstermeden ama kararlı biçimde zalim katillere veya işkencecilere dönüşüyor?

***

Toplumbilimciler bu konuda derinlemesine çalışmaya; laboratuar ve saha araştırmaları yapmaya başladılar.
Sadece içgüdüsel şiddet teorileri anlamaya yetmiyor çünkü...
Irak'ta Ebu Gureyb hapishanesinde olup bitenlerin yaşattığı şok bu araştırmaları hızlandırdı.
Hapishanedeki işkencelerin niteliği ile uzman sorgucu olmayan ABD askerlerinin "emirlere uydum" gerekçesi arasında apaçık bir uyumsuzluk vardı.
Gayet "normal" sayılabilecek ve hatta karınca dahi incitmeyecek karakterdeki kadın asker Lynndie England'ın çıplak Iraklı tutuklunun boynuna tasma takıp köpek gibi dolaştırırken çekilmiş fotoğraflarını hatırlayacaksınız.
Bu fotoğraflar sadece gazete okurlarını değil, toplumbilimcileri de sarsmıştı.

***

İşte bu çalışmalar içinde en kapsamlılardan birini sayfalara döken bir kitapla haftalardır boğuşuyorum.
Adı The Lucifer Effect. (Yani "iyi insanları şeytan kılan etki!")
Stanford ve Yale üniversitelerinin ödüllü psikoloji profesörü Philip Zimbardo ve öğrencilerinin Ebu Gureyb'deki askerler ve Stanford Cezaevi'nde yaptıkları araştırmanın sonuçlarını içeriyor bu kapsamlı kitap.
Sonuçlar çok çarpıcı.
Fakat burada ayrıntılara girecek yerim yok maalesef.
Ancak Zimbardo'nun özellikle altını çizdiği şu iki noktayı sizlere de aktarmak istiyorum. Üzerinde düşünelim diye..

***

Bir...
Sistem kötüyse eninde sonunda "ortam" da kötüleşiyor. Ortam kötüleşti mi, iyi insanların bile kötülere dönüşmesi kaçınılmazlaşıyor!
Örnekse... Hukuken suçları cezalandırmak elbette yanlış değil. Ama "cezaevi sistemi" kötüyse eğer, yalnız tutuklular değil, gardiyanlar da canavarlaşıyor sonunda! (Bunu Mardin'deki katliama uygularsak... Kız meselesi, kan davası diyerek fakat "koruculuk sistemi"ni görmeden olaydaki şiddetin korkunç boyutunu anlayamayız.)
İki...
Otoriteye gerektiğinde karşı çıkabilecek cesarete sahip olmak; yanlış olduğu hissedilen şey karşısında "ben bunu yapmam" demek, kolayca baştan çıkartılmamak başka bir özellik!
Asıl bu özelliğe sahip olmak gerekiyor.
Burada temel direnç noktası "gizem ve kahramanlık atmosferi"ne kapılmamak!
Oysa eğitimli ya da eğitimsiz hemen bütün "iyi"ler bu konuda zayıflar!

HAŞMET BABAOĞLU

ZÜLFÜ LİVANELİ: Kurnazlık, geri kalmış toplumlara özgüdür

Kurnazlık, geri kalmış toplumlara özgüdür
Almanya’nın geniş otobanlarında yol alıyorduk. Baktım ki otomobiller yavaşlıyor ve yolun iki yanına diziliyorlar, orta şerit boş kalıyor.

Ne olduğunu anlamadım ama biz de öyle yaptık. Beklemeye başladık. Yolun ortası bomboş ama hiç kimse oraya direksiyon kırmıyor. Kuyrukta sakin sakin bekliyor.

Biraz sonra durumu öğrendik. İleride bir kaza olmuş, yol tıkanmış. Böyle durumlarda Alman sürücüler fermuar ilkesini uygular ve iki yana çekilerek yolu polisler, ambulanslar ve çekiciler için serbest bırakırmış.

Gerçekten de biraz sonra o bomboş yoldan polis arabaları ve ambulanslar neredeyse iki yüz kilometre süratle geçip gitti. Önlerinde hiçbir engel yoktu.

Çok geçmeden yol açıldı, bütün araçlar hareket ederek gideceği yere vaktinde ulaştı.

Anlattığım; bir toplu zekâ örneğidir.

Alman sürücüler bu toplu zekâya sahip oldukları için sorun daha çabuk çözüldü ve daha çabuk hareket ettiler.

Oysa hepsi tek tek kurnazlık etmeye çalışıp orta şeridi kullansaydı, otobanın tıkanıklığı saatlerce sürerdi ve hepsi zarar görürdü.

Bu örnekte görüldüğü gibi durmadan kurnazlık eden bireylerin oluşturduğu bir toplum iyi işlemez.

Çünkü kurnazlık, toplu çıkara, toplu zekâya aykırıdır.

Bireylerin, dönen toplum çarkları içinde birer dişli olmayı kabul etmeleri gerekir. Zekâ bunu gerektirir ve çarklar ancak böyle işler.

Bir örnek daha vereyim:

Bin kişilik bir sinema salonunda yangın çıktığını düşünün.

Sinema müdürü anons ediyor, kimsenin paniğe kapılmamasını, ilk sıradan başlayarak salonun boşaltılacağını, böylece herkesin kurtulacağını söylüyor.

Bu plana uyan herkes kurtulur.

Ama seyirciler bir an önce kendi canlarını kurtarmak için kapıya atılırlarsa büyük bir tepişme yaşanır ve üç beş kişi dışında herkes can verir.

Organize toplumlarla, geri kalmış toplumların temel farkı buradadır.

Geri kalmış toplumlar kurnaz bireylere, ileri toplumlar ise kurnazlığı aklına getirmeyen ve kurallara uyan yurttaşlara sahiptir.

Demokrasi de ancak böyle toplumlarda yürür.

Öbür türlüsü; en kurnaz olanın başa geçip kendi menfaatlerini toplum menfaati olarak yutturmasından ibarettir.

Yani bir çeşit diktatörlüktür.

Unutmayın ki her zaman sizden daha kurnaz biri çıkar.

ZÜLFÜ LİVANELİ: Azgelişmişlik

Avrupa’dan ya da Amerika’dan dönen her köşe yazarı klişeleşmiş bir soru sorar: “Biz neden onlar gibi olamıyoruz? Neyimiz eksik?” Yerinde bir sorudur bu! Yalnızca seyahat dönüşlerinde değil, sürekli sorulması ve gündemde tutulması gerekir!

Türkiye büyük bir imparatorluğun mirasçısı. Dünyadaki bütün büyük imparatorluklar günümüze damgasını vuran devletlere dönüştü. Bir zamanlar Britanya, Rusya, Fransa, Roma, Japonya, Çin imparatorluklarıyla karşılaştırılan Osmanlı, 20. yüzyılda küme düşmüş, bazen üçüncü dünya, bazen de gelişmekte olan ülkeler kategorisinde anılmıştır. Bu duruma düşmüş hiçbir imparatorluk yoktur.

***



Oysa Misak-ı Milli sınırları içinde kalan Türkiye, dünyanın en güzel denizlerine 8 bin kilometre kıyısı olan, müthiş tarihi birikime sahip, olağanüstü bir ülkedir. Biraz deli dolu sayılabilecek kadar enerjik olan genç nüfusu da cabası...

Peki neden azgelişmişlik çemberini bir türlü kıramıyoruz? Neyimiz eksik?

***



Bizde eksik olan, kültüre, bilime saygı göstermemek ve can’ın kutsallığını kabul etmemektir. Azgelişmişlik ülkede değil, kafaların içinde... Sanki herkesin beynine bir azgelişmişlik kilidi takılmış. Bir anahtarla o kilidi açabilseniz, ülke kanatlanıp gidecek.

Ne var ki, bu iş o kadar olmuyor: Tarihsel tortular, bilinçaltında yer etmiş tabular, korkular, ezeli Türk kıskançlığı ve kültür düşmanlığı Türkiye’yi bir cadı kazanına çeviriyor.

***



“Onlar” gibi olabilmek için “onlar” gibi düşünebilmek gerekir. Onların bu düşünce düzeyine varabilmeleri ise yüzyıllarca süren bir felsefe ve kültür çabasının sonunda şekillenmiş.

Düşünce, kültürden türer. Kültürün beslediği düşünce ise üretime dönüşür. Gelişmiş ülkelerin sadece tüketimini, teknolojik seviyesini ve refahını görmek, meyvelere gözünü dikerek ağacı görmemek demektir. Ağaç, kültürdür.

Ve kültür yarım yamalak eğitim verilen okullardan alınan bir belge değil, bir halkın tarihini kapsayan ve o halkın insanlık tarihi içindeki yerini belirleyen varoluş biçimidir.

Bunu da düşünürler, bilim adamları, sanatçılar, kısacası kültür adamları yorumlar.



ZÜLFÜ LİVANELİ