28 Ocak 2010 Perşembe

Zülfü Livaneli: “Başarılı olmak”

Zülfü Livaneli

zlivaneli@gazetevatan.com

Hayata dair - 16
Son yıllarda gittikçe güçlenen bir duyguyla “başarılı olmak” denilen soyut virüsü reddediyorum. Daha çok ün, daha çok para, başka insanlar üzerinde daha çok otorite, daha çok şu, daha çok bu... Peki bütün bunlar neye yarıyor?

İnsanın derinliği mi artıyor, duyguları ve dünyayla uyumu mu gelişiyor?

Hiçbiri olmuyor bunların!

Soyut bir şan-şeref-para-iktidar dünyasının pırıltısı yüzünden hastalanıyor insanlar. Dilleri dişleri kilitleniyor. Birbirlerinden nefret ediyorlar. Kıskançlık krizleri geçiriyorlar. Gençlikten sonra ve yaşlılıktan önceki kısacık süreyi bir cehennem içinde geçiriyorlar.

Oysa hiçbir “başarı”, küçük bir kız çocuğunun gülüşündeki mutluluğu yaratamaz. Hiçbir “ün”, baharın ilk günlerinde omuzunuzu ısıtan güneş kadar değerli değildir.

Bir insanı sevmenin derinliği, hiçbir iktidarla kıyaslanamaz. Mutluluk, insanın kendi yaşamında... Küçük görülen, horlanan insani ilişkilerinde ve doğayla uyumunda.

“Başarı” isteyen, “iktidar” için çırpınan, “şöhret” için aklını oynatan insanlar... Buyurun devam edin. Aynı trende yolculuk etmiyoruz.

Meksika’daki Issık-Göl Forumu toplantısında bir konu önermiştim: “Individualism and Solidarity”. Yani Bireycilik ve Dayanışma. Çünkü modern toplum ilişkilerinin en önemli çelişkisinin ve çözmek zorunda olduğu sorunun bu olduğunu düşünüyordum. Sosyalist toplumun dayanışmayı ön plana alan örgütlenmesinin karşısında, kapitalist toplumun bireyci aşırılığı vardı.

Artık dünyamızda sadece dayanışma türküsü okunmuyor. Bireyin önemi ortada.

Gelişmiş Batı toplumları da yalnızca rekabete dayanan sistemlerini sorguluyor, gözden geçiriyorlar.

Belki de çözüm, bireyselliğe saygı gösteren bir dayanışma toplumunda.

***



Bu dünyada sanat diye bir kavram olmasaydı ne yapardım ve hayata nasıl dayanırdım bilmiyorum. Öylesine karmaşık, hırs dolu ve öfkeli bir dünyada yaşıyoruz ki insan ilişkileri her geçen gün daha acı verici hale geliyor.

Bir yıldızın ışığı vuruyor bize, uzak bir yıldızın. Yıldızı gördüğümüzü sanıyoruz, oysa milyonlarca yıl önce oradan göçüp gitmiş olan yıldızın ışığı bize yeni ulaşıyor. Şimdi orada yıldız falan yok artık.

Kavranamayacak kadar büyük bir zaman ve mekânın içinde, böylesine küçük ve kayda değmez yaratıkların, bir kelebek ömrü kadar kısa yaşamlarını hırgürle, hırstan dili dişi kilitlenerek geçirmesi akıl alır gibi değil.

İşte sanat bu bilincin sezgilerini yansıtıyor insana. Gündelik hırslar küçülüyor, başarı denilen virüs ilgilendirmez oluyor sizi. Zamanın ve mekânın büyüklüğünü duymaya çalışıyorsunuz.

Ve sonunda zaten trajik bir yazgıya çarpılmış ve ölümlü olduğunu bilerek dünyaya gelmiş olan insanoğluna yardımcı olmak, onun uğradığı haksızlıklara karşı çıkmak ve acılarını hafifletmeye çalışmaktan başka bir amacı kalmıyor sanatın.

***



Uzayda buluşan kozmonotlar, o uçsuz bucaksız karanlıkta yüzer gibi dolaşıyorlar. Yerçekiminden kurtulmuş hareketleri salıntılı, ağır ve nazenin.

Çok uzakta mavi bir portakala benzeyen küre kendi başına dönüp duruyor. Yıldızlar arasında bir yıldız... Adına Dünya diyorlar.

Uzayda ısı eksi 92 santigrat derece.

İyi hazırlanmış kozmonot giysileri bile bu korkunç soğuktan koruyamıyor onları.

Tuncer Cücenoğlu: Gergedan'laşan Dünya

Tuncer Cücenoğlu
Gergedan'laşan Dünya
Gergedan (Le Rhinoceros) çağdaş dünya tiyatrosunun en önemli yazarlarından Rumen asıllı Fransız Eugene Ionesco’nun en ünlü oyunlarından birinin adıdır.

Ancak yalnızca Gergedan’ı değil, Kel Şarkıcı, Ders, Sandalyeler, İki Kişilik Hırgür, Amedee, Kral Ölüyor ve Macbett adlı oyunlarını da Dünya tiyatrosuna armağan etmeyi başarmıştır yazarımız.

Ionesco, ülkemizde Ankara ve İstanbul Devlet Tiyatroları’nda da sahnelenen Gergedan’ı 1959 yılında yazmıştır. (Ankara’daki uygulamasında, burada rahmetle anıyorum Kerim Afşar, İstanbul’dakinde ise Zafer Ergin unutulmaz kompozisyonlar çizmişlerdir.)

Kuşkusuz yazarın tüm bu başarılı oyunları içinde, birçok tiyatrosever gibi, beni de derinden etkileyen en önemli oyunu Gergedan’dır…

Hele günümüz Türkiye’sinin olumsuz koşullarında Gergedan bir daha önem kazanmıştır benim için…

45 yıllık geçmişe sahip

Bir tiyatro yapıtı yazıldığından yüzlerce yıl sonra sahnelendiğinde bile coşku uyandırabiliyorsa, uyarabiliyorsa insanları, kalıcı olabilmeyi başarmış demektir. Çünkü yaşanılan günlere ulaştırmayı bilmiştir sağlam iletisini.

İşte Gergedan da 45 yıllık bir geçmişe sahip olmasına karşın, dünya durdukça her zaman sahnelenecek ve güncelliğini hiç yitirmeyecek oyunlardan biridir.

Gergedan’ın konusu kısaca şöyle:

Bir taşra kentinde Berenger ve Jean adlı iki arkadaş bir kahvede oturmuş söyleşmektedirler. Berenger sıkıntılıdır ve içmektedir. Çalıştığı iş ortamından memnun değildir çünkü.

Birden kahvenin de bulunduğu kentin büyük meydanından bir gergedan hızla geçer… Geçmekle de kalmaz, bir kediyi de ezer…

Kahvedekiler gergedanlar üstüne tartışmaya başlarlar… Tartışma giderek alevlenmektedir ancak bir canlının yaşamına son veren gergedanla ilgili önlem almaya yönelik hiçbir düşünce ileri sürülmemektedir tartışmacılar tarafından…

Ertesi gün Berenger’in çalıştığı iş yerinde gergedan tartışmasının sürdüğünü görürüz… Wisser bunun bir propaganda olduğunu söyler. Kuşkusuz Berenger

olaya tanıklık ettiğini duyurarak bu görüşe karşı çıkar ve propaganda değil bir gerçek olduğunu savunur gergedanın.

Bu arada bir iş arkadaşının karısı yanlarına gelerek, kocasının rahatsızlandığını bu nedenle de işe gelemeyeceğini söyler ve yol boyunca bir gergedan tarafından izlendiğini anlatır… Nitekim az sonra merdiveni çıkmaya çalışan bir gergedanın homurtuları duyulur… Kadın gelen gergedanı hemen tanır… Kocasıdır.

Bütün kent gergedan öyküleriyle çalkalanmaktadır artık…

Berenger arkadaşı Jean’ı görmek için evine gider… Arkadaşı hastalanmıştır. O da nesi? Alnında da bir boynuz çıkmıştır Jean’ın… Berenger arkadaşının kendisine saldırmak için eyleme geçeceğini anlayıp, kendini dışarıya zor atar ve kurtarır canını…

Ertesi gün Berenger’in evine, aydın arkadaşı Stech gelir ve gergedanlaşmanın bütün toplumsal sınıflara yayıldığını anlatıp, bunun nesnel açıklamasını yapmaya çalışır.

Birden Berenger’in nişanlısı Daisy içeriye endişeyle girer ve gergedanların radyoevini de ele geçirdiklerini söyler…

Bu arada başında “Bu bir propaganda!” diye olayı küçümseyen Wissen “İnsan zamana ayak uydurmalı!” demeye başlamıştır bile…

Bütün kurumlar gergedanlaşmaktan paylarını almaya başlamışlardır giderek…

Sokak ve caddelerde o garip homurtularıyla kendilerine göre inleme ve öfkeyi andıran marşlar söyleyerek dolaşmaktadırlar düzenli öbekler halinde gergedanlar…

Üstelik önlerine çıkan her şeyi ezerek ve yok ederek…

Gergedanlaşmak…

Geride yalnızca düzene zaten karşı olan Berenger ile onu çok seven nişanlısı Daisy kalmıştır.

Ancak sevgi de gergedanlaşmayı önleyemez ve Daisy de katılır birden kervana…Üstelik Berenger’in tüm uyarılarına karşın…

Berenger insan olarak yapayalnızdır artık…

Ancak direncini yitirmemiştir… Tek başına kalsa da insan olmayı sürdüreceğini haykırarak silaha sarılır…

ZÜLFÜ LİVANELİ: Öfke büyürken

Öfke büyürken
Sabah evden çıktınız, işe gidiyorsunuz. Bir bakıyorsunuz ki caddede iki kişi birbirine sille-tokat girişmiş. Birisinin burnunun kanadığını fark ediyorsunuz.

Görmemiş gibi yaparak geçip gidiyorsunuz.

Biraz ileride iki araba kafa kafaya gelmiş. Önemli bir hasar yok ama iki adam dışarı çıkmış birbirlerine ağza alınmaz küfürlerle saldırıyorlar.

Bunu da duymamış gibi davranıyorsunuz.

İşe geliyorsunuz ki feci bir gerilim var. Hava elektrikli, insanlar birbirleri hakkında söyleniyor, diş gıcırdatıyor. Sonunda beklenen oluyor ve iki kişi arasında bir tartışma patlayıveriyor.

Bir arkadaşınız elindeki evrakları bir başka arkadaşınızın suratına çarparak “Yetti be artık, canımdan bezdim, arkamdan iş çevirme!” diye haykırıyor.

Birkaç kişi kavgayı ayırıyor. Siz görmezden gelmeye çalışıyorsunuz.

Akşam eve dönerken bir kapkaççı, bir kadının çantasını çalmaya teşebbüs ediyor. Yoldan geçenler genç kapkaççıyı yakalayıp eşek sudan gelene kadar dövüyor, ağzını burnunu kırıyorlar. Polis düdükleri duyuluyor.

Trafik sıkışmış. Herkes birbirine el kol işarete yaparak kornalar basmakta. Cehennemî bir gürültü var ortalıkta.

Bunların hiçbirine aldırmayıp eve geliyorsunuz; o gün hiçbir olaya karışmamadan kendinizi eve atmanın huzurunu yaşamak istiyorsunuz.

Ama olmuyor. İçinizde bir kasılma, bir sertlik, bir korku var.

Size hiçbir şey olmadı, hiçbir olaya karışmadınız ama yine de gün boyunca karşı karşıya geldiğiniz olaylar sizi gergin kıldı. Artık siz de her an patlamaya hazır bir bomba gibisiniz.

***


İşte Türkiye’in hali bu.

Ortalıkta o kadar çok kavga, o kadar çok gerilim var ki; hiçbir olaya karışmasanız bile siz de ister istemez nasibinizi alacaksınız bu ortamdan.

Havadaki nefret neredeyse elle tutulur hale gelmiş.

Parti başkanları birbirlerine en ağır dille saldırıyor, bağırıyor, haykırıyorlar.

Gazetelerde köşe yazarları birbirlerine küfür ediyorlar.

Ekrana çıkanların çoğu neredeyse birbirini dövecek halde.

Bu ortamı paylaştığınız zaman bir şeye karışıp karışmıyor olmanızın bir anlamı yoktur.

Ortamınız budur. Soluduğunuz havada nefret vardır. İster istemez etkilenir, fark etmeden siz de birilerine bela okumaya başlarsınız.

***


İşte hal-i perişanımız bu.

Oysa hepimize bir tek ömür verilmiş. Bir süre sonra paydos zili çalacak ve ebedi uyku başlayacak.

O zaman ne kavgaların farkında olacağız, ne nefretlerin.

Bu kısacık ömrü, bu kadar büyük ihtiraslarla, ego çarpışmalarıyla, sen ben horozlanmalarıyla tüketmeye değer mi?

Bu hayatta aşk var, aile, dostluk, sanat var, kendinden geçerek kahkahalar atmak var.

Bunu yapmak yerine niye dişlerinizi sıkarak, birilerinden öç almaya çalışarak yaşayacaksınız ki.

Değer mi?

HAŞMET BABAOĞLU: Nasıl bu kadar zalim olabiliyoruz?

Nasıl bu kadar zalim olabiliyoruz?
Filmler, romanlar, efsaneler, halk hikâyeleri yanıltıyor bizi! Ya karanlık ruhlu kahramanların ya da meczupların gaddar şiddetine ve kıyıcılığına inanmaya yöneltiyorlar!
Oysa asıl soru şu:
Az önce şefkatle çocuğunun başını sevmiş bir baba nasıl oluyor da başkalarının çocuklarını bir odaya sokup kurşuna diziveriyor?
Daha açıkçası...
Nasıl oluyor da "normal" insanlar, daha doğrusu iyi insanlar hiçbir akıl hastalığı belirtisi göstermeden ama kararlı biçimde zalim katillere veya işkencecilere dönüşüyor?

***

Toplumbilimciler bu konuda derinlemesine çalışmaya; laboratuar ve saha araştırmaları yapmaya başladılar.
Sadece içgüdüsel şiddet teorileri anlamaya yetmiyor çünkü...
Irak'ta Ebu Gureyb hapishanesinde olup bitenlerin yaşattığı şok bu araştırmaları hızlandırdı.
Hapishanedeki işkencelerin niteliği ile uzman sorgucu olmayan ABD askerlerinin "emirlere uydum" gerekçesi arasında apaçık bir uyumsuzluk vardı.
Gayet "normal" sayılabilecek ve hatta karınca dahi incitmeyecek karakterdeki kadın asker Lynndie England'ın çıplak Iraklı tutuklunun boynuna tasma takıp köpek gibi dolaştırırken çekilmiş fotoğraflarını hatırlayacaksınız.
Bu fotoğraflar sadece gazete okurlarını değil, toplumbilimcileri de sarsmıştı.

***

İşte bu çalışmalar içinde en kapsamlılardan birini sayfalara döken bir kitapla haftalardır boğuşuyorum.
Adı The Lucifer Effect. (Yani "iyi insanları şeytan kılan etki!")
Stanford ve Yale üniversitelerinin ödüllü psikoloji profesörü Philip Zimbardo ve öğrencilerinin Ebu Gureyb'deki askerler ve Stanford Cezaevi'nde yaptıkları araştırmanın sonuçlarını içeriyor bu kapsamlı kitap.
Sonuçlar çok çarpıcı.
Fakat burada ayrıntılara girecek yerim yok maalesef.
Ancak Zimbardo'nun özellikle altını çizdiği şu iki noktayı sizlere de aktarmak istiyorum. Üzerinde düşünelim diye..

***

Bir...
Sistem kötüyse eninde sonunda "ortam" da kötüleşiyor. Ortam kötüleşti mi, iyi insanların bile kötülere dönüşmesi kaçınılmazlaşıyor!
Örnekse... Hukuken suçları cezalandırmak elbette yanlış değil. Ama "cezaevi sistemi" kötüyse eğer, yalnız tutuklular değil, gardiyanlar da canavarlaşıyor sonunda! (Bunu Mardin'deki katliama uygularsak... Kız meselesi, kan davası diyerek fakat "koruculuk sistemi"ni görmeden olaydaki şiddetin korkunç boyutunu anlayamayız.)
İki...
Otoriteye gerektiğinde karşı çıkabilecek cesarete sahip olmak; yanlış olduğu hissedilen şey karşısında "ben bunu yapmam" demek, kolayca baştan çıkartılmamak başka bir özellik!
Asıl bu özelliğe sahip olmak gerekiyor.
Burada temel direnç noktası "gizem ve kahramanlık atmosferi"ne kapılmamak!
Oysa eğitimli ya da eğitimsiz hemen bütün "iyi"ler bu konuda zayıflar!

HAŞMET BABAOĞLU

ZÜLFÜ LİVANELİ: Kurnazlık, geri kalmış toplumlara özgüdür

Kurnazlık, geri kalmış toplumlara özgüdür
Almanya’nın geniş otobanlarında yol alıyorduk. Baktım ki otomobiller yavaşlıyor ve yolun iki yanına diziliyorlar, orta şerit boş kalıyor.

Ne olduğunu anlamadım ama biz de öyle yaptık. Beklemeye başladık. Yolun ortası bomboş ama hiç kimse oraya direksiyon kırmıyor. Kuyrukta sakin sakin bekliyor.

Biraz sonra durumu öğrendik. İleride bir kaza olmuş, yol tıkanmış. Böyle durumlarda Alman sürücüler fermuar ilkesini uygular ve iki yana çekilerek yolu polisler, ambulanslar ve çekiciler için serbest bırakırmış.

Gerçekten de biraz sonra o bomboş yoldan polis arabaları ve ambulanslar neredeyse iki yüz kilometre süratle geçip gitti. Önlerinde hiçbir engel yoktu.

Çok geçmeden yol açıldı, bütün araçlar hareket ederek gideceği yere vaktinde ulaştı.

Anlattığım; bir toplu zekâ örneğidir.

Alman sürücüler bu toplu zekâya sahip oldukları için sorun daha çabuk çözüldü ve daha çabuk hareket ettiler.

Oysa hepsi tek tek kurnazlık etmeye çalışıp orta şeridi kullansaydı, otobanın tıkanıklığı saatlerce sürerdi ve hepsi zarar görürdü.

Bu örnekte görüldüğü gibi durmadan kurnazlık eden bireylerin oluşturduğu bir toplum iyi işlemez.

Çünkü kurnazlık, toplu çıkara, toplu zekâya aykırıdır.

Bireylerin, dönen toplum çarkları içinde birer dişli olmayı kabul etmeleri gerekir. Zekâ bunu gerektirir ve çarklar ancak böyle işler.

Bir örnek daha vereyim:

Bin kişilik bir sinema salonunda yangın çıktığını düşünün.

Sinema müdürü anons ediyor, kimsenin paniğe kapılmamasını, ilk sıradan başlayarak salonun boşaltılacağını, böylece herkesin kurtulacağını söylüyor.

Bu plana uyan herkes kurtulur.

Ama seyirciler bir an önce kendi canlarını kurtarmak için kapıya atılırlarsa büyük bir tepişme yaşanır ve üç beş kişi dışında herkes can verir.

Organize toplumlarla, geri kalmış toplumların temel farkı buradadır.

Geri kalmış toplumlar kurnaz bireylere, ileri toplumlar ise kurnazlığı aklına getirmeyen ve kurallara uyan yurttaşlara sahiptir.

Demokrasi de ancak böyle toplumlarda yürür.

Öbür türlüsü; en kurnaz olanın başa geçip kendi menfaatlerini toplum menfaati olarak yutturmasından ibarettir.

Yani bir çeşit diktatörlüktür.

Unutmayın ki her zaman sizden daha kurnaz biri çıkar.

ZÜLFÜ LİVANELİ: Azgelişmişlik

Avrupa’dan ya da Amerika’dan dönen her köşe yazarı klişeleşmiş bir soru sorar: “Biz neden onlar gibi olamıyoruz? Neyimiz eksik?” Yerinde bir sorudur bu! Yalnızca seyahat dönüşlerinde değil, sürekli sorulması ve gündemde tutulması gerekir!

Türkiye büyük bir imparatorluğun mirasçısı. Dünyadaki bütün büyük imparatorluklar günümüze damgasını vuran devletlere dönüştü. Bir zamanlar Britanya, Rusya, Fransa, Roma, Japonya, Çin imparatorluklarıyla karşılaştırılan Osmanlı, 20. yüzyılda küme düşmüş, bazen üçüncü dünya, bazen de gelişmekte olan ülkeler kategorisinde anılmıştır. Bu duruma düşmüş hiçbir imparatorluk yoktur.

***



Oysa Misak-ı Milli sınırları içinde kalan Türkiye, dünyanın en güzel denizlerine 8 bin kilometre kıyısı olan, müthiş tarihi birikime sahip, olağanüstü bir ülkedir. Biraz deli dolu sayılabilecek kadar enerjik olan genç nüfusu da cabası...

Peki neden azgelişmişlik çemberini bir türlü kıramıyoruz? Neyimiz eksik?

***



Bizde eksik olan, kültüre, bilime saygı göstermemek ve can’ın kutsallığını kabul etmemektir. Azgelişmişlik ülkede değil, kafaların içinde... Sanki herkesin beynine bir azgelişmişlik kilidi takılmış. Bir anahtarla o kilidi açabilseniz, ülke kanatlanıp gidecek.

Ne var ki, bu iş o kadar olmuyor: Tarihsel tortular, bilinçaltında yer etmiş tabular, korkular, ezeli Türk kıskançlığı ve kültür düşmanlığı Türkiye’yi bir cadı kazanına çeviriyor.

***



“Onlar” gibi olabilmek için “onlar” gibi düşünebilmek gerekir. Onların bu düşünce düzeyine varabilmeleri ise yüzyıllarca süren bir felsefe ve kültür çabasının sonunda şekillenmiş.

Düşünce, kültürden türer. Kültürün beslediği düşünce ise üretime dönüşür. Gelişmiş ülkelerin sadece tüketimini, teknolojik seviyesini ve refahını görmek, meyvelere gözünü dikerek ağacı görmemek demektir. Ağaç, kültürdür.

Ve kültür yarım yamalak eğitim verilen okullardan alınan bir belge değil, bir halkın tarihini kapsayan ve o halkın insanlık tarihi içindeki yerini belirleyen varoluş biçimidir.

Bunu da düşünürler, bilim adamları, sanatçılar, kısacası kültür adamları yorumlar.



ZÜLFÜ LİVANELİ

PABLO NERUDA: Yavaş yavaş ölürler

Yavaş yavaş ölürler
seyahat etmeyenler,
Yavaş yavaş ölürler
okumayalar, müzik dinlemeyenler,
vicdanlarında hoşgörmeyi barındıramayanlar.
Yavaş yavaş ölürler
Alışkanlıklarına esir olanlar,
her gün aynı yolları yürüyenler,
Ufuklarını genişletmeyen ve değiştirmeyenler,
Elbiselerinin rengini değiştirme riskine bile girmeyenler,
veya bir yabancı ile konuşmayanlar,
Yavaş yavaş ölürler
İhtiraslardan ve verdikleri heyecanlardan kaçınanlar,
tamir edilen kırık kalplerin gözlerindeki pırıltıyı görmek istemekten kaçınanlar
Yavaş yavaş ölürler
Aşkta veya işte bedbaht olup istikamet değiştirmeyenler,
Rüyalarını gerçekleştirmek için risk almayanlar,
Hayatlarında bir kez dahi mantıklı tavsiyelerin dışına çıkmamış olanlar.
Yavaş yavaş ölürler...

Pablo Neruda

BERTOLT BRECHT: İnsan Neyle Yaşar?

İnsan Neyle Yaşar? { Bertolt Brecht}

Sayın baylar bize hep ders verirsiniz.
"Aman, günah, ayıp, kötü, yanlış."
Aç karnına kuru öğüt çekilmez.
Önce doyur beni, ondan sonra konuş.
Sende göbek, bizde ahlâk nedense.
Şimdi bizi iyice dinle bak;
İster şöyle düşün, istersen böyle:
Önce ekmek gelir, sonra ahlâk.
Artık vermek gerek, unutmayın sakın,
Tüm nimetlerden, payını yoksulların.

İnsan neyle yaşar?
İnsan neyle yaşar: Ezip hiç durmadan.
Soyup, dövüp, yiyip yutarak insanları.
Yaşayabilmek için hemen unutmalı,
İnsanlığı unutmalı insan.
Katı gerçek budur, kaçınılmaz.
Kötülük yapmadan yaşanamaz.

Efendiler, bize ahlâksız dersiniz,
Kötü kadın, utanmaz fahişe.
Aç karnına suçlanmak hiç çekilmez,
Önce doyur beni, ondan sonra söyle.
Sende şehvet, bizde edep nedense.
Şimdi bizi iyice dinle bak;
İster şöyle düşün, istersen böyle:
Önce ekmek gelir, arkadan ahlâk.
Artık vermek gerek, unutmadan sakın,
Tüm nimetlerden, payını yoksulların.

İnsan neyle yaşar?
İnsan neyle yaşar: Ezip hiç durmadan.
Soyup, dövüp, yiyip yutarak insanları.
Yaşayabilmek için hemen unutmalı
İnsanlığı unutmalı insan.
Katı gerçek budur, kaçınılmaz.
Kötülük yapmadan yaşanmaz.

NİHAT GENÇ: Hayvan Kaynakları

Ne zamandır tv'lerde ateş üstünde yürüyen, ip atlar gibi cam kırıkları üzerine atlayan kurum elemanları görüntülerini hayretle izliyoruz, sapsarı saçlı kız, tabanları yara bere içinde kuştüyü gibi uçuyor ateşlerin üstünden ve savaş kazanmış bir general gibi hayatının en büyük şeref, onur rütbesini nihayet kazanmış gibi seviniyor. ne zamandır gazeteler, cici bir ek, "insan kaynakları" ilavesi veriyor. ne zamandır kurum içi eğitimleri guru tabir edilen, enerji, güç, basan, hipnotik konuşmaları bu lanetli dünyadan tek kurtuluş yolu gibi anlatıp, çok şiddetli el, kol, yüz hareketleriyle hokkabazlar gibi gösteri sunan adamlar veriyor!

çok para kazanmak isteyen mankafalı gençlere kapitalizmin "acemi eğitimi" bunlar. mesleğinizde ilerlemek istiyorsanız, özü sözü doğru kitaplar okuyun, adamları dinleyin. kor ateş üstünde yürüyememek korkusu sizi daha çok kamçılar. giydiği terliğin hışırtısından korkan insanlar daha başarılı olur. endişelenmeyin, hipnotik telkinle canı yanmaz, hacıyatmaz bir kukla gibi ateş üstünde yürümek, duyu ve duygularını hiçe sayarak, hayatta bir bok yiyemezsiniz.

ne zamandır kitapçıların büyük bir rafını yine "daha iyi nasıl motive etme" ya da "kendini ve başkalarını motive etmenin 1001 yolu" adlı kitaplarla dolduğunu görüyoruz, harıl harıl alınıyor bu kitaplar, sabahları bir bardak zeytinyağı için, akşam yemeğinden sonra bir kadeh içki, daha iyi gelir, dinleyen yok. bir iş sıtması. bir çalışma tedavisi...

ne zamandır gazetelerde new york üniversitesinde okumuş "yönetimde güncel sorunlar", "takım çalışmalarını başarıya götüren faktörler", "insan kaynakları verimliliğini artırma yöntemleri" gibi aynı başlıklar, aynı kalemden çıkmış yüzlerce makaleye tanık oluyoruz. zevksiz, sıkıcı, ama sanki içten içe bir hava değişiyormuş gibi. birileri neden genç elemanların karşısında ağzından salyalar fırlayarak, iş, kaynak, üretim gibi kelimelerle bağırıp, hepimizi şaşkınlığa sürüklüyor. kütük gibi boğuk, katı sesiyle sürekli "daha çok, daha fazla" diye bağıran tuhaf adamlarla doldu ortalık!

ve ne zamandır işyerlerinde marşlar çalındığı, portakal suları içildiğini, sabah sporu yapıldığı, "takım", "ekip", "biz bir aileyiz" kelimeleriyle, lokantalarda dahi topluca uzunca masalarda oturulduğunu görmekteyiz. hepsinin dişleri sağlam, ellerinde küçücük paketler, hiçbiri şapırtada şupurdata yemiyor, hepsinin elbiseleri ince gecelikler gibi ve kocaman kocaman büyük laflarla konuşuyorlar, birşeyler değişiyor ülkemizde!

durmaksızın "başarıdan", "alkışdan", "ödülden" konuşan, utanç ve sıkılganlıktan dünyanın en ifrit suratlı şeytanı gibi ürken, rahata, lükse düşkünlük, karın tokluğu vaatleri-vaazlarıyla, yeni, yepyeni bir din doğmakta. yeni dünyanın fatihleri, alçakgönüllülükten, gözyaşından, zerafetten, sakinlikten, içli, duygulu, kırılgan bir insan olmaktan nefret etmekte, onlar bir "ekip", çelik gibi, kasırga gibi gözlerle keskin bir bıçak gibi hepimizi kesmekteler. iyi kalpli adamlar, uzay boşluğuna fırlatılıp, yerini "dolar zengini", "başarılı adam" imajlarına bırakmakta!

şu cümleleri hergün bir "insan kaynakları" sayfasında okumaktayız, içinde çirkin, esrarengiz, anlaşılmaz sözcük yok, kan, kavga, bozukluk hiç yok.. buyrun: "etkili, sağlıklı müşteri ilişkilerinin altın adımı, kendi kontrol etme becerisi kazanmaktır": madde 1 / kendini tanıma. madde 2 / kendine güven. madde 3 / sabır... madde 4 / soğukkanlılık, madde 5 / hoşgörü.. tarikatların tesbih duası gibi, hergün binlerce bu mücevher sözler tekrar ediliyor. tabii ki yoksullar soğukkanlılık, hoşgörü alamaz, sabırlı olamaz, çünkü, açlık, yoksulluk telaşlı bir şeydir.. dünyanın en büyük mükafaatını işte şirketleri onlara vaadediyor: kendine güven...

işyerlerinde, seminerlerde işte bu hikmetler, atasözleri gibi, kısacık cümleler duvarlara asılmakta ya da amerikalar'da devletin parasıyla okumuş doçentler, bilim adına sabah-akşam dünyanın mucizesi bu sözleri tekrarlayıp para kazanmakta. işte şu tür: "ne kadar uzağa gittiğin, gittiğin istikamet kadar önemli değildir!"... doğru mu, yanlış mı, nedir, türkçesi, vurgusu, söylenişi önemli değil, öyle bir hikmet ki, bu cümlenin bize mealini-çözümlemesini yapabilecek bir şeyhe, guruya, karizmatik bir lidere tabii ki ihtiyacımız var, ya da amerika'da büyük bilimler öğrenmiş doçentimiz, gece boyunca otel odasında elemanlarına bunları söylediğine göre, vardır elbet bir hikmet!

dinleyin şu cümleyi: "sağlam zemindeyken rotanı gözönünde tutman, gerekirse değiştirmek için düşünüp taşınman, kaygan zeminde paniğe kapılmadan daha iyidir"... ya da: "hayal kurmanıza müsaade edin. belki gerçekleşir.." işte bu cümlelerle dolu dosyalar, "insan kaynaklarına" hizmet adı altında kurumlara satılarak, seminerlerde anlatılarak paralar kazanılıyor, yurtdışından pop sanatçısı gibi gurular getirtiliyor. bu cümleleri okuyan elemanlar motive olacak, liderliği öğrenecek, etkili müşteri hizmetlerinde bulunacak. terden sırılsıklam, kızgın bir ütüden beter suratlarıyla boğaziçi, odtü bitirmiş gençler de dinlemekte. alın bir sarsıcı cümle daha: "engel, hedefinize kitlenmeyi, durduğunuzda gördüğünüz şeydir!"... ya da: "kazananların suçlamalar için vakti yoktur. onlar gelecek düello için meşguldürler..." ya da: "deniz yükselip taştığı zaman beraberindeki herşeyi kaldırır!"..

artık tarikatlaşan bu kurumların motivasyon hikmetlerinde beni de ilgilendiren bölümler var: "hedeflerinizi soyut değil, somut şeylerle ifade edin. çok meşhur bir yazar olmak istiyorum, yerine, frankfurt kitap fuarı'nda beş dile çevrilmiş kitaplar imzalayacağım. time'e en meşhur yazar olarak kapak olacağım, gibi, ifadeler belirleyin!"...

time'ı da bu kadar zora sokmak olmaz, hangi birimizi kapak yapsın, biz milletçe atatürk'ü kapak yaptıracağız diye uğraştık ama, internet mahir hepimizi solladı...

amerikalar'da doçent olmuş, bilmem hangi üniversitenin bölüm başkanı, kuşadası'nda birinci sınıf bir otelde, kurum elemanlarına bu motivasyon seminerlerini veriyor, cebini dolduruyor, hikmetli sözlerine öbür dünyada bir bin sene düşünmüş gibi devam ediyor: "neticeler üzerine düşünüp taşının, ama onlardan korkmayın", "ne yapmayacağınıza karar vermeniz, ne yapacağınıza karar vermeniz kadar önemlidir", "analizi kafanızla yapınız, kararı kalbinizle veriniz!"..

nihayet "kalp" kelimesine rastladık, üç günlük dünya, nerelerde görüyoruz artık onu, onu da karar verirken kullanacağız. bu da gösteriyor ki, vücudun tüm organları karar vermede asker gibi kullanılmalı. enayiliğin dik alası demeyin, bunca gece yarıları mehtapla başbaşa bir işe mi yaradı, bari karar versin. bu hikmetli sözün de açıklaması şu: hayatta hiçbir şeye sahip olamadın, bari bir karar ver de, şansını dene!"

hepimize tuzak kurmuş, yepyeni zalim bir tarikatla karşı karşıyayız. eskiden şeyhlerden menkıbeler dinlerdi müridler. küçük anekdot, vecize, sloganvari fıkralardan oluşurdu. hepsi kendine güveni, bağlılığı, sadakatı pompalar, rahatlamamız için dağ çiçeklerinden, çayır papatyalarından daha çok bu sözleri tekrar edip, dururduk. işte dünyamız uzaylara, jüpiterlere gitti geldi, döndü dolaştı, sonunda tekrar tarikatların öğretisine giriverdi. ateş yalayan rüfailer de bireyin mutsuzluklarını unutturup, onları şeyhe, şeyhin ruhaniyetinde allah'a bağlamak istiyordu, insan kandırma sanatları asırlardır değişmiyor. bugün de işyerine, ürüne, çok kazanmaya, patrona, aynı geleneksel metodla bağlanıyoruz, baksanıza, ruhumuza tutkal gibi yapışmış cümleler.

ve tüm dünyadaki işyerleri, insan kaynakları başlığı altında, amerikan menşeli, orjini japon kalkınmasına-manyaklığına bağlı, kalite, başarı gibi kelimelerle altın öğütler, keskin direktifler, bu tuhaf sözlerle elemanlarını-çalışanlarını ayakta tutmaya çalışıyor... aslında japonlar ii.dünya savaşı sonrası pazar günleri tatil olmasın, boş kalır intihar ederlerdi, ama, "vatan" için, "japonya" için kendilerini "finafillah", yani ulusun ruhunda yoketmişlerdi. şimdi kimsenin ne halk için, ne memleket için dediği de yok...

şu devletin radyosu bile dolmuşa nasıl gelmiş, adı: radyo bek... ne demek, bek.. başarının b'si. enerjinin e'si. kalitenin, k'si, tırlatmışlar. hem başarı, kalite, hem medyumlar, gurular içiçe artık. kalıplaşmış bu deliliğin adı globalizm, bütün dünyayı yutabilecek bir akıl hastalığı.

diyelim, amerika'da new york üniversitesi'nde okumuş, ki, öyleler, şimdi hacettepe ü. "iş etkinlikleri bilmem hangi bok" bölümü başkanı, ki öyleler, marmaris'te, çelikler ticaret'in, malatya'dan, van'dan gelmiş çalışanlarına bu büyülü hikmetleri anlatıyor. sorsanız, imparatorlar, krallar yetiştiriyor. yurdun dört bir yanından gelmiş bayiler, otelin birinci sınıf oluşundan çok etkileniyor, özellikle seçildi, ah işte hayat bu, diyorlar. öğretmenlerinin amerika'da okumuş olmasından çok etkileniyor, ah uygarlık bu diyorlar. üstüne bir de kapitalizmin son yumurtası bu mucize sözleri dinleyince, ah, felsefe, okumuşluk bu diyorlar. ve topluca bu büyük tarikatın şanlı müridleri oluveriyorlar. paçalarından akan pisliği hiçbiri göremiyor!

kapitalizm işçilerini artık "mürid" olarak görüyor. elemanlarını "telkinle, hipnozla" şartlandırıyor. tarikatlaşmış işyerlerine, iş gerginliğini, stresi, moral bozukluğunu asla sokmayacağız. bilinçleri siyasal, sosyal iş dışında gereksiz hiçbir şey duymayacak-bilmeyecek. çünkü gerçek şu: işçiler artık düpedüz hayvan. korkunç borç yükünden ağırlaşmış işleri, damarları çatlayana kadar bu öküzler kurtarabilir.

ve çelikler ticaret'in genel müdürü, ki dürüstlüğü ve çalışkanlığından kimse şüphe etmiyor, kont gibi giyinip masaya oturmuş, elemanların hepsi sıfır numara traş ve pop sanatçısı gibi, yani, moral bozukluğu gösterilmeyecek şekilde giyinmiş. topluca ayağa kalkıp şu marşı okuyorlar: "elektrikli izgarada / orta anadolu'da birinci / kalitede, güvende, incelik / biz çelikler ticaretiz!"..
insanlık tarihin en sarsıcı, en ütopik, en çıldırtıcı seansı. kölelerden kahraman yaratılmak isteniyor. hasan sabah'ın müridlerine esrar içirip düşmanın üstüne saldırtması gibi, elektrikli ızgaraları gencecik kızların kucağına doldurup, tüm apartman zillerine basıyorlar. oyunun kuralı bu. içlerinden bir-iki kahraman çıkacak, onlar da insan kaynakları dergilerinde kapak olacak. geri kalan on milyon-yirmi milyon eleman, çaldığı kapı zillerinin sesiyle geceler boyu, zehirli bir karanlık içinde kalacak, bir ömür!

ve hepimizin gözleri önünde "zihinsel hırpalanmanın" adına, iş, insan, kalite, verimlilik gibi adlar veriyorlar. gerçekliği, tutarlılığı olmayan, insanı-toplumu-ekonomiyi hiç ilgilendirmeyen bomboş laflarla, beyinler yıkanıyor. yine toplantılara iyice bakın, sıkılganlıkla tırnaklarını güvercin gagası gibi birbirine tokuşturup duran gencecik, masum kızlar göreceksiniz, tek suçları, işsiz kalıp buraya düşmeleri!

"duygusallığın bitirilip" hayatı sadece, iş, işi sadece pozitif enerji, pozitif enerjiyi tamamen işe konsantre olarak açıklıyorlar. kof, mekanik, duygudan kopmuş enerji. mesela hitlerde de bu enerjiden çok vardı ya da günboyu bir tavuğu izlediniz mi, milyon kez gaga vuruyor toprağa bıkmadan, enerjisine şaşmadınız mı? insan duygularına baltayla saldırılıyor, istiyorlar ki, enerjiniz özel-tinsel hiçbir duyguyla meşgul olmasın, hepsini bize verin, borsada dolara yatıralım.

hayvanlarda-kölelerde bilincin asla oluşmayacağını iyi bilen modern iş uzmanları-yöneticiler, çalışanlarını şartlandırmadan başka yol kalmadığını artık biliyorlar. insan kaynağı denildiğinde siz hemen "hayvan kaynağı" anlayın. bu hayvanları üç ayda bir benzin istasyonu gibi, iç eğitim kurslarında gazla doldurup, sürüler halinde sepetleyin!

"sağlık" denen şey, tamamen işle, üretmekle eşdeğer hali geldi. sağlıklı görünmek için, mutlaka patronunuza, iş arkadaşınıza güleryüzlü, saygılı, boyuneğer görünmek zorundasınız. diyelim "şirket"in durumu kötü, artık herkes "sağlıksız"...

iş ve insan kaynaklı seminerleri hazırlayanlar, genç yakışıklı, henüz otuzunu geçmemiş, sinema sanatçısı tipli insanlar. hitler'in damızlık cermen ırkı üretmesi gibi seçiliyorlar. uzmanlar, kusursuz kaslar-yüzler arıyor. oysa iş, bilgi, deneyimdir. iş dediğin bir on-onbeş sene güngörmüş olmayı gerektirir, bu gazcı gurular, hayatta ne gördüler ki, bir de öğretiyorlar.

insanların genleriyle dünyaya getirdikleri tüm korku ve isteklerini, sadece çok çalışmak, çok üretmek, kuruma bağlılık, kesinlikle ve yüzdeyüz başarmak gibi kavramlarla tamamen silip, yokediyorlar. iş doyumu, hayatın da doyumu, patronun da doyumu, büyük şirket ailemizin de doyumu.

insan bedenini-organizmasını sonsuz güç sahibi bir motor gibi görüyorlar. uzak doğu dinleriyle-kapitalizmin büyük buluşması, globalizme hayırlı olsun, bu dinin kaymağını bin yıldır biz yiyemedik, onlara helal olsun.. eskilerden, kaşınıp günboyu salak salak oturan doğululardan nefret eden kapitalizm şimdi, onların bu sonsuzca kahvede bekleyişlerinde "sabrı" buldu. bu sabır dayanıklılığı, dayanıklılık enerji pompalayan bu öğretileri baş kitaplar haline getirdi. yirmi yıl aynı işyerinde aynı koltuğa çakılmış genel müdüre başka nasıl enerji pompalayacağız. kapitalizmin uzakdoğu dinleriyle ortaklaşa sunduğu bu öğretileri, hemen hergün gazetelerde, televizyonlarında, işyerleri duvarlarında görmekten gına geldi! işçiler, çalışanlar değil, inekler, koyunlar, tavuklar, yakarışlar düzenlenip, şirketin kalbinde birlik olacağız. daha dün tanıştığımız işyerindeki arkadaşa "başarılı" görünmek için kırk yıllık dostmuş gibi davranacağız. bir yazı gelecek müdüriyetten, "ayşe'nin kızı oldu, şirketimize bir kişi daha katıldı, akşam ayşe'nin doğumunu kutlayacağız." herkesten paralar toplanır... ertesi gün, ayşe'yi işten çıkartırlar, işyeri çalışanları ayşe o işte hiç çalışmamış gibi davranır.. tabii demiri alev alev yalanmış, kor ateş üstünde yürümüş bu insanlar ayşe'nin kovuluşuna üzülebilir mi? ayşe, silah kullanma, atış, hücum, savunma, vur, kır, bilmiyordu, ayşe, başarısızdı!..

her türlü zırvalık kayıtsızlıkla deneniyor, bu kadar basit kitapları kim alıyor, neden bu kadar bayağı cümleler, özensiz makaleler, çünkü, bu kitaplar "hayvanlara" pazarlanıyor! ancak hayvanların bir dini olsun istiyorlar. "liderliğin anahtarları" adlı kitabın yazarı amerikalı dallama, 23. anahtar başlığında neler söylüyor: "dünya tarihinde olan herşey manevi bir yapıya dayanır. eğer maneviyat güçlüyse tarihi yaratır, değilse, tarihe katlanmak zorunda kalır", devamla: "körfez savaşı sonrası abd askeriyle yapılan röportajda dinledim, asker, "sığınaklarda hiç ateist yoktu" diyor...

büyük uluslararası kurumlar, milyonlarca pazarlamacı, irili ufaklı yüzbinlerce şirket, bu aptallıklarla dolu metinler-fıkraları-vecizeleri liderlere, elemanlara okutuyor, işmiş, motivasyonmuş, çalışmakmış, sabırmış. bu cümleler çapraz tutuş işçilerin ellerinde herkesin anası ağlamış bu öğretinin içinde...

iri yıldızlı mavi gök, çığ damlaları, yemyeşil sabahlar, dalgaların homurtusunu seyreden fındık bahçeleri, ne kadar tadsızlaştı dünyamız! zavallı vücudunun tek derdi, keşke yalnız depremler olsaydı!

bunlardan birçok şey öğreniyoruz, diyelim ayakkabı üretiyorsun, hayatlarında bir gün ayakkabı nedir, derisi, tabaklanması, rengi, çevre kirliliği, dayanıklılığı, teknolojisi konuşulmuyor. ya da ellerinde, ülkelerinde ayakkabı üzerine tek bir kitap yok. onların derdi, "liderliğin yüz sırrı", "motivasyonun on ayeti" gibi kitaplar. anlıyoruz ki, bizler üretilen malın ne olduğunu unutalım, biz sadece şapşal satıcılarız, bize sadece, direnç, sabır, eşşek, öküz inadı ve sürüyü elimizin altında tutacak hipnotik güç lazım!

ikinci öğrendiğimiz şey. bu ağır ateş üstünde yürüme eğitimlerini askeri tarihte bile bulamazsınız. ancak, askeri ayakta tutan düşmandır. milli ve ebedi bir düşman gösterilir. bu öğretilerde ise "düşman" yoktur. diyelim başarısız oldunuz, eleman, ateş üstünde yürüdüğü halde beceremedi. başarısızlık kimin! bu kitaplar "başarısızlığı", yani "düşmanı" gizler. böylelikle kapitalizmin tüm yenilgisi, bireyin, işçinin, çalışanların üstüne yıkılır. bu yüzden bir günde abd'li psikiyatristlerin kapısına tam bir milyon başvuru olur!

üçüncü öğrendiğimiz, aynı cümlelerin tekrarından kurulmuş bir öğreti olması. bir deterjan reklamı düşünün, on sene aralıksız "güvenli temizlik" diyor, hiçbir şey ifade etmiyor, çünkü, gayesi zekayı kıtlaştırmak, hafızayı boşaltmak. zihinsel felç. bilinç birkaç kelimeden ibaret bir tuhaf emirli-oklu birşey oluyor. boşalttığı bilince güvenli temizlik cümlesi, bireyin savunması, eleştirisi olmadan gönlünce kurulup, bireyi yönlendirmeye başlıyor. askerlik eğitimi de basit birkaç emir cümlesinden ibarettir. boş zihinde tekrar, düşünceyi engeller. görevi, başka birşey düşündürtmemektir. modern dünyanın tıkandığı yer de burası. şu koca dünyada düşünülecek başka şey bulamayan zihin kendini yer, ya da başka alternatif yoktur, boş mankafalar artık bu aptal sloganların bir ömür kurbanı, kölesi, kuklası olacak, tansu çiller'in de dediği gibi, ya başaracak ya da başaracaktır...

büyük trajedi şu; tarikatlar gün geldi zayıfladı, dağıldılar, suçu, sapık tarikatların, batıniliğin, hurufiliğin üstüne attılar. ancak ehli tarikat ilk şanlı yüzyıllarda herkese dost, herkese kucak açıyordu. bir gün geldi, başkalarına kötü, sapık demeye, deccal demeye başladı, başkalarına saldırdı...

bugün şirket yöneticilerinin ise, büyük rakip kurumların borsada belden aşağı oynadıkları, politik hileler yaptığını, haksız rekabet uyguladıklarını söylemeye güçleri-dilleri yetmiyor. çünkü aynı sistemin içinde birbirlerini eleştirecek "bağımsız mekanizmaları" yok, çünkü bir zamanlar kendilerinden küçük balığı böyle yemişlerdi, şimdi büyük balığın bu işe yaramaz leşi yemelerini usulca izleyecekler.. dağılacak, çözülecek güçleri-halleri dahi yok... batıda akıl hastanelerini işte bu şirket yöneticileri doldurur!

bu yüzden, öldürücü-yokedici bir enerjik patlamanın sonsuz inadıyla bu gurulara, öğütlere, başarıya, kararlılığı, şansa, sonuna dek mutlak imanınız olacak. islam inancında dahi, allah inancı, yüzde yüz bir kesinlikle oluşmaz, müridler bazen, geceleri istemeden, allah yok mu diye tereddüt geçirir ve sürekli tövbe ederler. oysa bu şirketlerde en küçük bir inanç zayıflığı, ya böyle değilse hayat gibi, bir küçük zaaf belirtisi, asla yok, beton gibiler!

oysa bu teknik imparatorluk descartes'in bir küçük şüphesinden doğmuştu. bugün amerika'da bilim adamları "şüphe" duymaya devam ediyor, bilimsel şüphe, ilerleme-tartışma-eleştirme, onların imtiyazlı bir ayrıcalığı. bizim ne haddimize. biz, bodoslama bağlıyız, çünkü, ilim-bilim batı dışı toplumlardan uçtu, gitti... descartes o meşhur kitabında, köpeklerin ruhu yoktur, basit organizmalardır, kesilip doğranabilirler, bir mahsuru yoktur, der. bugün ruhu olmayan basit organizmalar, insanlar oluverdik... milyonlarca soğuktan titreyen çocuğun küçücük hayatı ya da afrika kıtasının aids'ten on yıl sonra üçte bir yokolacağı...

ve artık kapitalizm, bizdeki bu öküz enerjiyi bulunca, ayakkabı, banka, yol, sağlık gibi temel ihtiyaçlarımız için değil, temel ihtiyaçlar safdışı edildi, bir insan olarak yüzbinyıl düşünsek aklımıza gelmeyecek, sanal eşyalara, filmlere, süslere, tuhaf elektronik aletlere hızla para ödeyen, bu hipnotik enerjinin tesiriyle, işte bu malların satışı ve kazancıyla modern toplumda imtiyaz edinen, şarlatan, mankafa, taşkafalar cenneti yaratıverdi!

ankara'da bir yılda toplam yüzmilyarlık kitap satılıyor mu? çayyolu'nda tanesi yüzmilyarlık yüzlerce daire. kim alacak bunları, bu taşkafalar.

bu uçsuz bucaksız taşkafalar cennetinde büyüyen talihsiz kardeşlerim! niçin bu ülkede bağımsız eleştiri yok, bu taşkaflara yüzünden! niçin iğrenç sinan çetin filmleri çok tutulur, bu taşkafalar yüzünden! neden insanlar sümük gibi iğrenç fatih ürek'le eğlenir, bu taşkafalar yüzünden, neden bayi toplantısına yemekhane kedisi suratlı sibel canlar bir gecede ellibin dolar kazanır, bu taşkafaların beğenisi yüzünden.. neden tansular, mesutlar, bahçeliler hala iktidarda, bu taşkafaların siyasi zekası yüzünden. hepsinin elinde başarı, enerji, kalite, barbar baltalar gibi dünyaya neden geldik, hayat nedir, neşe, mutluluk nedir, hepimizin duygularını, duyarlılıklarını kederlerini, hüzünlerini, ıstıraplarını paramparça lime lime ediyorlar.. sanki bu topraklar anadolu değil, sanki bizi bir ana doğurmadı, sanki hiç şairimiz olmadı, sanki aşk nedir hiç bilmedik, sanki hepimiz odtü, boğaziçi, yapı kredi, fenerbahçe, anavatan partisi, malatyaspor, sanki hep birlikte hepimiz, çelikler ticaret'in yurttaşlarıyız...

gençliğimde okuduğum sarsıcı bir hikayeydi, malaparte'ın sanırım, camgöz adında... bir nazi subayı, köyü çevirir, genç bir direnişçiyle başedemezler, direnişçi ormana kaçar, birkaç gün de ormanda uğraştırır askerleri, sonunda yakalanıp, nazi subayının önüne getirilir. nazi subayı, kendisini çok uğraştıran direnişçiyle eğlenmek ister. direnişçiye, "sana bir soru soracağım bilirsen, serbestsin" der, "gözlerimden biri camgözdür, takma, diğeri sahici gözüm. hangi gözümün benim, sahici gözüm olduğunu bilirsen" der... direnişçi çocuk nazi subayının gözlerine bakar, cam gözünü işaret ederek, "o" der "sahici gözünüz.." nazi subayı şaşırır, "neden bu gözüm" dedin... direnişçi: "çünkü o daha insanca bakıyordu!"...

Nihal Kemaloğlu: Kapitalizmin Haiti'yle bitmeyen hesabı

Kapitalizmin Haiti'yle bitmeyen hesabı

Sömürgeci zihniyetin tarihi, beyaz adamla batıdan başladı ve onunla dünyaya yayıldı.
Kapitalizmin sömürgecilik tarihi, beyaz adamın dünyayı işgal tarihiydi.
Yerkürenin kaynaklarını, insan topluluklarının emeklerini ve birikimlerini yutarak palazlanan sömürücü sisteme ilk başkaldırı ise Haiti'den gelecekti...
Kapitalist sömürgeciliğin 'şeytanı' olmaya kararlı Haitili köle siyahlar, beyaz adamı ve onun kurduğu 'yamyam kölelik düzenini' yere yıktılar.
Kapitalizmin bilincinde, Haitililer 'kara büyücülerdi' artık.
Dünyanın köle deposu Haiti adasından kafasını uzatan Karayip kaplanları, ilk köle isyanını 1791'de gerçekleştirdiler.
Kanlarını ve canlarını şeker plantasyonlarında sermaye birikimine çeviren Fransız sömürgecilere 'özgürlüğün' ne olduğunu gösterdiler.
Fransız devriminin 'eşitlik, kardeşlik ve özgürlük' mottosunun gerçek sahipleri Haitili kölelerdi...
ABD'den sonra kıtanın ilk bağımsızlığını ilan eden siyahların ülkesi Haiti, oldu Karayipler'e ve Amerika'ya sıçrayan köle ayaklanmalarının vatanı olarak dünyada da 'köleliğin kaldırılmasını' sağladı.
Bedava emeğini kaybederek kapitalist birikimi zayıflayan beyaz adam ise Haiti'yi lanetleyerek tarih boyunca intikam alacaktı.
Haiti tam 125 yıl boyunca Fransa'ya tonlarca altın ödemekle cezalandırıldı, ama kapitalizmin Haiti'ye olan hıncı dinmedi.
ABD hegemonik militer elini 1904'lerden beri Haiti'nin üzerinden çekmedi, ülkeyi darbeler üssü haline getirerek akabinde bütün soğuk savaş dönemini işbirlikçi faşist diktalarla idare etti.
Papa- Doc ve Baby-Doc Duvalier'in zalim kukla yönetimleri özgürlükçü halk hareketlerini sindirdi.
Böylece Haiti sömürgecilik tarihinin tüm formlarının beslendiği plantasyona çevrilecekti.
30 küsur darbe, kanlı katliamlarla Haiti'deki kapitalizmin ayak izi derinleşti.
1990'ların Neo-liberalizminin Haiti'deki hedefi, 'Yoksulların Papazı', namı diğer başkan Aristide olacaktı.
IMF ve DB'nın Haiti taarruzuna razı gelmeyen Aristide önce derdest edilip haddi bildirilince, küresel vampirler Haiti'ye yerleşebildi.
IMF, DB, tarım ülkesi Haiti'yi tarım endüstrisiyle işgal edip halkı topraksızlaştırarak şehirlere tehcirini gerçekleştirdi.
Neo-liberal ekonominin pençelerini geçirdiği ülke yalnızca 'yoksulluk ve açlık' üretimine katıldı.
Tarım ülkesiyken gıda ithalatına yani açlığa zorlanan az gelişmiş Asya ve Afrika ülkeleri listesinin en altlarına Haiti yerleşti.
Ülke zenginliğinin %85'inin nüfusun %5'inin sahip olduğu dünyanın en yoksul ülkesi.
Deprem felaketiyle yıkılan Haiti görüntülerinde sadece felaket sonrasını değil 21. yüzyılın yoksulluğunun ve açlığının yakın resmini de görüyoruz..
Yok edilmiş devlet ve kamu kurumları, özelleştirilmiş tarım, varoşlara tıkıştırılmış halk ve simsarların tükettiği ülke zenginliğinin ardından gelen depremle ellerinde palalarla dolaşan Haitililer gıda için birbirlerini kırıyorlar.Bir ülkenin çürütülmesine yaşam mekanları, kurumları kadar toplumu da dahil...
İnsanlık yakın geleceğini ve içinde olduğu 'insanlık krizini' Haiti'den seyredebilir. Biliyoruz ki yoksulluk ve ölümün adresi şimdilik Haiti!
Halbuki Haiti'nin biraz ilerisindeki Küba'da tek bir aç çocuk bile yok.
Neoliberalizmin bereketli vasatı olan kriz, doğal felaket ve kaos hazır Haiti'de.
El değiştirecek kaynaklar ve mülkiyetler için bulunmaz fırsat ve beyaz adam tüm lojistiğiyle şimdi de yardım bahanesiyle istila ediyor.
Kapitalizm, kendi 'şeytanını' görüp ödünün patladığı Haiti'ye bitiremediği hesabı için yine geri dönüyor.

Nihal Kemaloğlu - nihal.kemaloglu@aksam.com.tr

20 Ocak 2010 Çarşamba

Güngör Uras: Üretim kıpırdayınca elektrik kıtlığı kapıyı çalacak

Güngör Uras

Üretim kıpırdayınca elektrik kıtlığı kapıyı çalacak

21 Ocak Perşembe 2010


Sabancı Holding Enerji Grubu Başkanı Selahattin Hakman önceki gün, “Kriz nedeniyle sanayide üretim yavaşlamasaydı, 2009 yılında elektrik kesintileri başlayacaktı” dedi. Ekonomi canlanır gibi olsa, elektrik kıtlığı başlayacak. Bugün kıtlığın olmamasının sebebi Hakman’ın da belirttiği gibi sanayi sektöründe elektrik talebinin daralmasıdır.
Elektrik politikamızdaki ihmallerin faturasını, daha çok, daha çok doğalgaz santralı kurarak ödeyeceğiz. Kısa sürede çaresizlikten yeni doğalgaz santralları kurulacak. Sonra da hükümet işi gücü bırakarak komşulardan doğalgaz temin etme çabasına girecek. Elektrik her ülkenin olduğu gibi bizim ülkemizin de temel sorunu.
Başka ülkelerde kişi başı yıllık elektrik tüketimi 5 bin kwh (kilovat saat) dolayında. Bizde 2.2 bin kwh dolayında. (2000 yılında 1.4 bin kwh idi.) Bizim kişi başı tüketimimiz de 5 bin kwh’ye doğru yavaş yavaş tırmanıyor. Kişi başı tüketim sadece evlerdeki tüketim anlamına gelmiyor. Sanayi ağırlıklı olarak ülkedeki tüm tüketimi yansıtıyor. Bizde yıllık elektrik tüketimi ekonominin büyüme hızının 2 katı oranında artıyor. Ekonomi yüzde 5 büyürse elektrik tüketimi yüzde 10, ekonomi yüzde 7 büyürse elektrik tüketimi yüzde 15 dolayında artıyor. Demek ki, elektrik üretimini her yıl yüzde 10 dolayında artırmaya mecburuz.

Üretim tüketimi karşılayamayacak
2007 yılında 191.5 milyar kwh, 2008 yılında 198.2 milyar kwh elektrik ürettik. Kayıplar sonucu 2007 yılında tüketim 155.1 milyar, 2008 yılında 161.9 milyar kwh olarak gerçekleşti. 2009 yılında sanayi üretimi gerilediği için talep azaldı, üretim düştü. 2008 yılının ilk 10 ayında üretim 166.8 milyar kwh iken, bu yıl aynı dönemde 160.2 milyar kwh olarak gerçekleşti. 2008 yılında toplam üretimde doğalgazlı santralların payı yüzde 48, kömür yakanların payı yüzde 29, sudan üretilen elektriğin payı yüzde 17 dolayında. Eğer önümüzdeki yıllarda sanayimiz normal çalışmaya başlarsa, elektriksiz kalmamak için her yıl 20-25 milyar kwh dolayında üretim artışı gerekiyor. Elektrikte üretim artışı için santral kurmak lazım. Santral kurmak hem zaman istiyor hem para istiyor.
Rüzgâr enerjisi, güneş enerjisi gibi yeni sistemler çok iyi ama, bu sistemlere dayalı olarak ülkenin elektrik enerjisi sorununu çözmek imkânsız. Derelerden akan sulardan elektrik üretmek üzere küçük hidroelektrik santralları (HES) için harekete geçildi ama, bunlar gerçekleşse bile tümü 5-6 milyar kwh elektrik üretecek. Uzun süredir başlayabildiğimiz ciddi bir proje yok. Ortalıkta sürünen tek proje Ilısu Barajı ama, yapılabilse bile 2.5 milyar euro harcamayla 6 yıl sonra devreye girecek ve de sadece 3.6 milyar kwh elektrik üretebilecek. Kömür ve su kaynaklarımızı yeterince değerlendiremiyoruz. Çevreciler kömür santralı kurulmasına, tarih meraklıları baraja karşı.

Ya nükleer ya doğalgaz
Nükleer enerji santralı küresel boyutta büyük bir iş. 3 bin-5 bin MW kurulu güce sahip bir nükleer enerji santralı 10-15 milyar dolar harcamayı gerektiriyor. 8-10 yılda tamamlanabiliyor. Tamamlandıktan sonra yılda 25-40 milyar kwh elektrik üretebiliyor. Dikkat buyurunuz, bizim elektrik talebimiz her yıl 20-25 milyar kwh artıyor. Önümüzdeki yıllardan itibaren her yıl bu büyüklükte elektrik üretecek ek santrallara ihtiyacımız var. Buna karşılık, nükleer santral yapılabilse bile 8-10 yıl sonra devreye giriyor. Ve de bir nükleer santral devreye girdiği yıllarda Türkiye’nin artan yıllık enerji talebini ancak karşılayabiliyor.
(Bir ara tespit: Bütün sakıncalara rağmen bizim sorunumuzun çözümü çok sayıda nükleer santrala hemen başlayabilmek.)
Türkiye elektriksiz kalamayacağına göre, önümüzdeki yıllarda “mecburiyetten” hükümetler gene doğalgaza dayalı santrallar kurdurmak zorunda kalacaktır. Çünkü doğalgaza dayalı santralların hem kuruluş maliyeti düşük hem de bu tür santrallar 1-2 yılda devreye girebiliyor. Ama bu santralların işlemesi için doğalgaz lazım. Doğalgaz ise, hem pahalı hem temini siyasi ilişkilere bağlı.
Bugüne kadar böyle geldik. Ve de elektriğin yarısı doğalgazdan üretilir oldu. Demek ki bundan sonra da böyle olacak.

18 Ocak 2010 Pazartesi

Zülfü Livaneli: ‘Acaba’sı olmayan insanların rahatlığı

‘Acaba’sı olmayan insanların rahatlığı
Büyük Montaigne “Bana doğru gibi gelen hiçbir fikir yoktur ki aynı zamanda yanlış gibi de gelmesin” demişti.

Çok doğru bir sözdür bu.

Tabii üstadın kuralına uyarak yanlış olmasını da hesaba katmak gerekiyor.



***


Her insanın doğruları; bakış açılarına, kavrama ve bilgi düzeyinin gelişmesine, önyargılardan kurtulmasına bağlı olarak değişir.

Tepkisel doğrular zamanla yerini analitik doğrulara bırakır.

Ama Montaigne üstadın beş yüz yıl önce söylediği gibi düşünen insan, her şeye kuşkuyla yaklaşmalıdır.

Düşünmenin temel ahlaki ilkesi sık sık “Acaba?” sorusunu sormaktır.

Çünkü her sübjektif doğrunun gerisinde gölgeli, kuşkulu bir alan mevcuttur.

Bu dünyada gördüğümüz her şey, gazeteci kamplaşmasındaki kadar basit, doğrudan ve kolay kavranılabilir değildir.

Akıllı insanlar sürekli olarak kendi vicdanlarıyla ve yargılarıyla hesaplaşırlar.

Mediokr yani benim pek sevdiğim bir deyimle “orta zekâlı” olanlar ise hiçbir şeyi sorgulamazlar.

Onlar düşünür değil, düşünce ve ideoloji militanlarıdır.

Orta zekâlılara göre dünya basittir, hiçbir karmaşıklığı yoktur. Her şey siyah-beyaz netliğindedir.

Bir taraf yüzde yüz haklı, öteki taraf yüzde yüz haksızdır.

Bazen içinde bulundukları safları değiştirir, tam karşı safa geçerler ama dünyayı basit ve mutlak görme alışkanlıkları değişmez.

Olaylar yine siyah ve beyazdan ibarettir, sadece siyahla beyazın yeri değişmiştir.

Bir dönem proletarya diktatörlüğü diye tutturur, bu konuda hiçbir eleştiri ya da sorgulama duymak istemeyecek kadar militan kesilirler.

Sonra tam karşı safa geçip “Kahrolsun sol” diye haykırırlar ama bu konuda da hiçbir iç hesaplaşma ya da sorgulama ihtiyacı duymazlar.

Bir dönem darbeden başka bir çare görmeyip askerci olurlar, sonra tam tersi safa geçip “Kahrolsun asker, yaşasın dinci hareket” diye borazan çalarlar.

Ve bu zıt değerleri militanca savunurken hiç kuşku duymazlar.

Dedim ya “Acaba?”sı olmayan insanlar için bu dünyada hiçbir gizem yoktur.

Ne doğum, ne ölüm, ne aşk, ne inanç, ne insan ruhunun karmaşıklığı.

Onlar her şeyi bilirler.

Bilmeyenler ise Montaigne, Dostoyevski, Einstein, Nietzche, İbn Rüşd gibi kafası karışık insanlardır.