28 Ocak 2010 Perşembe

NİHAT GENÇ: Hayvan Kaynakları

Ne zamandır tv'lerde ateş üstünde yürüyen, ip atlar gibi cam kırıkları üzerine atlayan kurum elemanları görüntülerini hayretle izliyoruz, sapsarı saçlı kız, tabanları yara bere içinde kuştüyü gibi uçuyor ateşlerin üstünden ve savaş kazanmış bir general gibi hayatının en büyük şeref, onur rütbesini nihayet kazanmış gibi seviniyor. ne zamandır gazeteler, cici bir ek, "insan kaynakları" ilavesi veriyor. ne zamandır kurum içi eğitimleri guru tabir edilen, enerji, güç, basan, hipnotik konuşmaları bu lanetli dünyadan tek kurtuluş yolu gibi anlatıp, çok şiddetli el, kol, yüz hareketleriyle hokkabazlar gibi gösteri sunan adamlar veriyor!

çok para kazanmak isteyen mankafalı gençlere kapitalizmin "acemi eğitimi" bunlar. mesleğinizde ilerlemek istiyorsanız, özü sözü doğru kitaplar okuyun, adamları dinleyin. kor ateş üstünde yürüyememek korkusu sizi daha çok kamçılar. giydiği terliğin hışırtısından korkan insanlar daha başarılı olur. endişelenmeyin, hipnotik telkinle canı yanmaz, hacıyatmaz bir kukla gibi ateş üstünde yürümek, duyu ve duygularını hiçe sayarak, hayatta bir bok yiyemezsiniz.

ne zamandır kitapçıların büyük bir rafını yine "daha iyi nasıl motive etme" ya da "kendini ve başkalarını motive etmenin 1001 yolu" adlı kitaplarla dolduğunu görüyoruz, harıl harıl alınıyor bu kitaplar, sabahları bir bardak zeytinyağı için, akşam yemeğinden sonra bir kadeh içki, daha iyi gelir, dinleyen yok. bir iş sıtması. bir çalışma tedavisi...

ne zamandır gazetelerde new york üniversitesinde okumuş "yönetimde güncel sorunlar", "takım çalışmalarını başarıya götüren faktörler", "insan kaynakları verimliliğini artırma yöntemleri" gibi aynı başlıklar, aynı kalemden çıkmış yüzlerce makaleye tanık oluyoruz. zevksiz, sıkıcı, ama sanki içten içe bir hava değişiyormuş gibi. birileri neden genç elemanların karşısında ağzından salyalar fırlayarak, iş, kaynak, üretim gibi kelimelerle bağırıp, hepimizi şaşkınlığa sürüklüyor. kütük gibi boğuk, katı sesiyle sürekli "daha çok, daha fazla" diye bağıran tuhaf adamlarla doldu ortalık!

ve ne zamandır işyerlerinde marşlar çalındığı, portakal suları içildiğini, sabah sporu yapıldığı, "takım", "ekip", "biz bir aileyiz" kelimeleriyle, lokantalarda dahi topluca uzunca masalarda oturulduğunu görmekteyiz. hepsinin dişleri sağlam, ellerinde küçücük paketler, hiçbiri şapırtada şupurdata yemiyor, hepsinin elbiseleri ince gecelikler gibi ve kocaman kocaman büyük laflarla konuşuyorlar, birşeyler değişiyor ülkemizde!

durmaksızın "başarıdan", "alkışdan", "ödülden" konuşan, utanç ve sıkılganlıktan dünyanın en ifrit suratlı şeytanı gibi ürken, rahata, lükse düşkünlük, karın tokluğu vaatleri-vaazlarıyla, yeni, yepyeni bir din doğmakta. yeni dünyanın fatihleri, alçakgönüllülükten, gözyaşından, zerafetten, sakinlikten, içli, duygulu, kırılgan bir insan olmaktan nefret etmekte, onlar bir "ekip", çelik gibi, kasırga gibi gözlerle keskin bir bıçak gibi hepimizi kesmekteler. iyi kalpli adamlar, uzay boşluğuna fırlatılıp, yerini "dolar zengini", "başarılı adam" imajlarına bırakmakta!

şu cümleleri hergün bir "insan kaynakları" sayfasında okumaktayız, içinde çirkin, esrarengiz, anlaşılmaz sözcük yok, kan, kavga, bozukluk hiç yok.. buyrun: "etkili, sağlıklı müşteri ilişkilerinin altın adımı, kendi kontrol etme becerisi kazanmaktır": madde 1 / kendini tanıma. madde 2 / kendine güven. madde 3 / sabır... madde 4 / soğukkanlılık, madde 5 / hoşgörü.. tarikatların tesbih duası gibi, hergün binlerce bu mücevher sözler tekrar ediliyor. tabii ki yoksullar soğukkanlılık, hoşgörü alamaz, sabırlı olamaz, çünkü, açlık, yoksulluk telaşlı bir şeydir.. dünyanın en büyük mükafaatını işte şirketleri onlara vaadediyor: kendine güven...

işyerlerinde, seminerlerde işte bu hikmetler, atasözleri gibi, kısacık cümleler duvarlara asılmakta ya da amerikalar'da devletin parasıyla okumuş doçentler, bilim adına sabah-akşam dünyanın mucizesi bu sözleri tekrarlayıp para kazanmakta. işte şu tür: "ne kadar uzağa gittiğin, gittiğin istikamet kadar önemli değildir!"... doğru mu, yanlış mı, nedir, türkçesi, vurgusu, söylenişi önemli değil, öyle bir hikmet ki, bu cümlenin bize mealini-çözümlemesini yapabilecek bir şeyhe, guruya, karizmatik bir lidere tabii ki ihtiyacımız var, ya da amerika'da büyük bilimler öğrenmiş doçentimiz, gece boyunca otel odasında elemanlarına bunları söylediğine göre, vardır elbet bir hikmet!

dinleyin şu cümleyi: "sağlam zemindeyken rotanı gözönünde tutman, gerekirse değiştirmek için düşünüp taşınman, kaygan zeminde paniğe kapılmadan daha iyidir"... ya da: "hayal kurmanıza müsaade edin. belki gerçekleşir.." işte bu cümlelerle dolu dosyalar, "insan kaynaklarına" hizmet adı altında kurumlara satılarak, seminerlerde anlatılarak paralar kazanılıyor, yurtdışından pop sanatçısı gibi gurular getirtiliyor. bu cümleleri okuyan elemanlar motive olacak, liderliği öğrenecek, etkili müşteri hizmetlerinde bulunacak. terden sırılsıklam, kızgın bir ütüden beter suratlarıyla boğaziçi, odtü bitirmiş gençler de dinlemekte. alın bir sarsıcı cümle daha: "engel, hedefinize kitlenmeyi, durduğunuzda gördüğünüz şeydir!"... ya da: "kazananların suçlamalar için vakti yoktur. onlar gelecek düello için meşguldürler..." ya da: "deniz yükselip taştığı zaman beraberindeki herşeyi kaldırır!"..

artık tarikatlaşan bu kurumların motivasyon hikmetlerinde beni de ilgilendiren bölümler var: "hedeflerinizi soyut değil, somut şeylerle ifade edin. çok meşhur bir yazar olmak istiyorum, yerine, frankfurt kitap fuarı'nda beş dile çevrilmiş kitaplar imzalayacağım. time'e en meşhur yazar olarak kapak olacağım, gibi, ifadeler belirleyin!"...

time'ı da bu kadar zora sokmak olmaz, hangi birimizi kapak yapsın, biz milletçe atatürk'ü kapak yaptıracağız diye uğraştık ama, internet mahir hepimizi solladı...

amerikalar'da doçent olmuş, bilmem hangi üniversitenin bölüm başkanı, kuşadası'nda birinci sınıf bir otelde, kurum elemanlarına bu motivasyon seminerlerini veriyor, cebini dolduruyor, hikmetli sözlerine öbür dünyada bir bin sene düşünmüş gibi devam ediyor: "neticeler üzerine düşünüp taşının, ama onlardan korkmayın", "ne yapmayacağınıza karar vermeniz, ne yapacağınıza karar vermeniz kadar önemlidir", "analizi kafanızla yapınız, kararı kalbinizle veriniz!"..

nihayet "kalp" kelimesine rastladık, üç günlük dünya, nerelerde görüyoruz artık onu, onu da karar verirken kullanacağız. bu da gösteriyor ki, vücudun tüm organları karar vermede asker gibi kullanılmalı. enayiliğin dik alası demeyin, bunca gece yarıları mehtapla başbaşa bir işe mi yaradı, bari karar versin. bu hikmetli sözün de açıklaması şu: hayatta hiçbir şeye sahip olamadın, bari bir karar ver de, şansını dene!"

hepimize tuzak kurmuş, yepyeni zalim bir tarikatla karşı karşıyayız. eskiden şeyhlerden menkıbeler dinlerdi müridler. küçük anekdot, vecize, sloganvari fıkralardan oluşurdu. hepsi kendine güveni, bağlılığı, sadakatı pompalar, rahatlamamız için dağ çiçeklerinden, çayır papatyalarından daha çok bu sözleri tekrar edip, dururduk. işte dünyamız uzaylara, jüpiterlere gitti geldi, döndü dolaştı, sonunda tekrar tarikatların öğretisine giriverdi. ateş yalayan rüfailer de bireyin mutsuzluklarını unutturup, onları şeyhe, şeyhin ruhaniyetinde allah'a bağlamak istiyordu, insan kandırma sanatları asırlardır değişmiyor. bugün de işyerine, ürüne, çok kazanmaya, patrona, aynı geleneksel metodla bağlanıyoruz, baksanıza, ruhumuza tutkal gibi yapışmış cümleler.

ve tüm dünyadaki işyerleri, insan kaynakları başlığı altında, amerikan menşeli, orjini japon kalkınmasına-manyaklığına bağlı, kalite, başarı gibi kelimelerle altın öğütler, keskin direktifler, bu tuhaf sözlerle elemanlarını-çalışanlarını ayakta tutmaya çalışıyor... aslında japonlar ii.dünya savaşı sonrası pazar günleri tatil olmasın, boş kalır intihar ederlerdi, ama, "vatan" için, "japonya" için kendilerini "finafillah", yani ulusun ruhunda yoketmişlerdi. şimdi kimsenin ne halk için, ne memleket için dediği de yok...

şu devletin radyosu bile dolmuşa nasıl gelmiş, adı: radyo bek... ne demek, bek.. başarının b'si. enerjinin e'si. kalitenin, k'si, tırlatmışlar. hem başarı, kalite, hem medyumlar, gurular içiçe artık. kalıplaşmış bu deliliğin adı globalizm, bütün dünyayı yutabilecek bir akıl hastalığı.

diyelim, amerika'da new york üniversitesi'nde okumuş, ki, öyleler, şimdi hacettepe ü. "iş etkinlikleri bilmem hangi bok" bölümü başkanı, ki öyleler, marmaris'te, çelikler ticaret'in, malatya'dan, van'dan gelmiş çalışanlarına bu büyülü hikmetleri anlatıyor. sorsanız, imparatorlar, krallar yetiştiriyor. yurdun dört bir yanından gelmiş bayiler, otelin birinci sınıf oluşundan çok etkileniyor, özellikle seçildi, ah işte hayat bu, diyorlar. öğretmenlerinin amerika'da okumuş olmasından çok etkileniyor, ah uygarlık bu diyorlar. üstüne bir de kapitalizmin son yumurtası bu mucize sözleri dinleyince, ah, felsefe, okumuşluk bu diyorlar. ve topluca bu büyük tarikatın şanlı müridleri oluveriyorlar. paçalarından akan pisliği hiçbiri göremiyor!

kapitalizm işçilerini artık "mürid" olarak görüyor. elemanlarını "telkinle, hipnozla" şartlandırıyor. tarikatlaşmış işyerlerine, iş gerginliğini, stresi, moral bozukluğunu asla sokmayacağız. bilinçleri siyasal, sosyal iş dışında gereksiz hiçbir şey duymayacak-bilmeyecek. çünkü gerçek şu: işçiler artık düpedüz hayvan. korkunç borç yükünden ağırlaşmış işleri, damarları çatlayana kadar bu öküzler kurtarabilir.

ve çelikler ticaret'in genel müdürü, ki dürüstlüğü ve çalışkanlığından kimse şüphe etmiyor, kont gibi giyinip masaya oturmuş, elemanların hepsi sıfır numara traş ve pop sanatçısı gibi, yani, moral bozukluğu gösterilmeyecek şekilde giyinmiş. topluca ayağa kalkıp şu marşı okuyorlar: "elektrikli izgarada / orta anadolu'da birinci / kalitede, güvende, incelik / biz çelikler ticaretiz!"..
insanlık tarihin en sarsıcı, en ütopik, en çıldırtıcı seansı. kölelerden kahraman yaratılmak isteniyor. hasan sabah'ın müridlerine esrar içirip düşmanın üstüne saldırtması gibi, elektrikli ızgaraları gencecik kızların kucağına doldurup, tüm apartman zillerine basıyorlar. oyunun kuralı bu. içlerinden bir-iki kahraman çıkacak, onlar da insan kaynakları dergilerinde kapak olacak. geri kalan on milyon-yirmi milyon eleman, çaldığı kapı zillerinin sesiyle geceler boyu, zehirli bir karanlık içinde kalacak, bir ömür!

ve hepimizin gözleri önünde "zihinsel hırpalanmanın" adına, iş, insan, kalite, verimlilik gibi adlar veriyorlar. gerçekliği, tutarlılığı olmayan, insanı-toplumu-ekonomiyi hiç ilgilendirmeyen bomboş laflarla, beyinler yıkanıyor. yine toplantılara iyice bakın, sıkılganlıkla tırnaklarını güvercin gagası gibi birbirine tokuşturup duran gencecik, masum kızlar göreceksiniz, tek suçları, işsiz kalıp buraya düşmeleri!

"duygusallığın bitirilip" hayatı sadece, iş, işi sadece pozitif enerji, pozitif enerjiyi tamamen işe konsantre olarak açıklıyorlar. kof, mekanik, duygudan kopmuş enerji. mesela hitlerde de bu enerjiden çok vardı ya da günboyu bir tavuğu izlediniz mi, milyon kez gaga vuruyor toprağa bıkmadan, enerjisine şaşmadınız mı? insan duygularına baltayla saldırılıyor, istiyorlar ki, enerjiniz özel-tinsel hiçbir duyguyla meşgul olmasın, hepsini bize verin, borsada dolara yatıralım.

hayvanlarda-kölelerde bilincin asla oluşmayacağını iyi bilen modern iş uzmanları-yöneticiler, çalışanlarını şartlandırmadan başka yol kalmadığını artık biliyorlar. insan kaynağı denildiğinde siz hemen "hayvan kaynağı" anlayın. bu hayvanları üç ayda bir benzin istasyonu gibi, iç eğitim kurslarında gazla doldurup, sürüler halinde sepetleyin!

"sağlık" denen şey, tamamen işle, üretmekle eşdeğer hali geldi. sağlıklı görünmek için, mutlaka patronunuza, iş arkadaşınıza güleryüzlü, saygılı, boyuneğer görünmek zorundasınız. diyelim "şirket"in durumu kötü, artık herkes "sağlıksız"...

iş ve insan kaynaklı seminerleri hazırlayanlar, genç yakışıklı, henüz otuzunu geçmemiş, sinema sanatçısı tipli insanlar. hitler'in damızlık cermen ırkı üretmesi gibi seçiliyorlar. uzmanlar, kusursuz kaslar-yüzler arıyor. oysa iş, bilgi, deneyimdir. iş dediğin bir on-onbeş sene güngörmüş olmayı gerektirir, bu gazcı gurular, hayatta ne gördüler ki, bir de öğretiyorlar.

insanların genleriyle dünyaya getirdikleri tüm korku ve isteklerini, sadece çok çalışmak, çok üretmek, kuruma bağlılık, kesinlikle ve yüzdeyüz başarmak gibi kavramlarla tamamen silip, yokediyorlar. iş doyumu, hayatın da doyumu, patronun da doyumu, büyük şirket ailemizin de doyumu.

insan bedenini-organizmasını sonsuz güç sahibi bir motor gibi görüyorlar. uzak doğu dinleriyle-kapitalizmin büyük buluşması, globalizme hayırlı olsun, bu dinin kaymağını bin yıldır biz yiyemedik, onlara helal olsun.. eskilerden, kaşınıp günboyu salak salak oturan doğululardan nefret eden kapitalizm şimdi, onların bu sonsuzca kahvede bekleyişlerinde "sabrı" buldu. bu sabır dayanıklılığı, dayanıklılık enerji pompalayan bu öğretileri baş kitaplar haline getirdi. yirmi yıl aynı işyerinde aynı koltuğa çakılmış genel müdüre başka nasıl enerji pompalayacağız. kapitalizmin uzakdoğu dinleriyle ortaklaşa sunduğu bu öğretileri, hemen hergün gazetelerde, televizyonlarında, işyerleri duvarlarında görmekten gına geldi! işçiler, çalışanlar değil, inekler, koyunlar, tavuklar, yakarışlar düzenlenip, şirketin kalbinde birlik olacağız. daha dün tanıştığımız işyerindeki arkadaşa "başarılı" görünmek için kırk yıllık dostmuş gibi davranacağız. bir yazı gelecek müdüriyetten, "ayşe'nin kızı oldu, şirketimize bir kişi daha katıldı, akşam ayşe'nin doğumunu kutlayacağız." herkesten paralar toplanır... ertesi gün, ayşe'yi işten çıkartırlar, işyeri çalışanları ayşe o işte hiç çalışmamış gibi davranır.. tabii demiri alev alev yalanmış, kor ateş üstünde yürümüş bu insanlar ayşe'nin kovuluşuna üzülebilir mi? ayşe, silah kullanma, atış, hücum, savunma, vur, kır, bilmiyordu, ayşe, başarısızdı!..

her türlü zırvalık kayıtsızlıkla deneniyor, bu kadar basit kitapları kim alıyor, neden bu kadar bayağı cümleler, özensiz makaleler, çünkü, bu kitaplar "hayvanlara" pazarlanıyor! ancak hayvanların bir dini olsun istiyorlar. "liderliğin anahtarları" adlı kitabın yazarı amerikalı dallama, 23. anahtar başlığında neler söylüyor: "dünya tarihinde olan herşey manevi bir yapıya dayanır. eğer maneviyat güçlüyse tarihi yaratır, değilse, tarihe katlanmak zorunda kalır", devamla: "körfez savaşı sonrası abd askeriyle yapılan röportajda dinledim, asker, "sığınaklarda hiç ateist yoktu" diyor...

büyük uluslararası kurumlar, milyonlarca pazarlamacı, irili ufaklı yüzbinlerce şirket, bu aptallıklarla dolu metinler-fıkraları-vecizeleri liderlere, elemanlara okutuyor, işmiş, motivasyonmuş, çalışmakmış, sabırmış. bu cümleler çapraz tutuş işçilerin ellerinde herkesin anası ağlamış bu öğretinin içinde...

iri yıldızlı mavi gök, çığ damlaları, yemyeşil sabahlar, dalgaların homurtusunu seyreden fındık bahçeleri, ne kadar tadsızlaştı dünyamız! zavallı vücudunun tek derdi, keşke yalnız depremler olsaydı!

bunlardan birçok şey öğreniyoruz, diyelim ayakkabı üretiyorsun, hayatlarında bir gün ayakkabı nedir, derisi, tabaklanması, rengi, çevre kirliliği, dayanıklılığı, teknolojisi konuşulmuyor. ya da ellerinde, ülkelerinde ayakkabı üzerine tek bir kitap yok. onların derdi, "liderliğin yüz sırrı", "motivasyonun on ayeti" gibi kitaplar. anlıyoruz ki, bizler üretilen malın ne olduğunu unutalım, biz sadece şapşal satıcılarız, bize sadece, direnç, sabır, eşşek, öküz inadı ve sürüyü elimizin altında tutacak hipnotik güç lazım!

ikinci öğrendiğimiz şey. bu ağır ateş üstünde yürüme eğitimlerini askeri tarihte bile bulamazsınız. ancak, askeri ayakta tutan düşmandır. milli ve ebedi bir düşman gösterilir. bu öğretilerde ise "düşman" yoktur. diyelim başarısız oldunuz, eleman, ateş üstünde yürüdüğü halde beceremedi. başarısızlık kimin! bu kitaplar "başarısızlığı", yani "düşmanı" gizler. böylelikle kapitalizmin tüm yenilgisi, bireyin, işçinin, çalışanların üstüne yıkılır. bu yüzden bir günde abd'li psikiyatristlerin kapısına tam bir milyon başvuru olur!

üçüncü öğrendiğimiz, aynı cümlelerin tekrarından kurulmuş bir öğreti olması. bir deterjan reklamı düşünün, on sene aralıksız "güvenli temizlik" diyor, hiçbir şey ifade etmiyor, çünkü, gayesi zekayı kıtlaştırmak, hafızayı boşaltmak. zihinsel felç. bilinç birkaç kelimeden ibaret bir tuhaf emirli-oklu birşey oluyor. boşalttığı bilince güvenli temizlik cümlesi, bireyin savunması, eleştirisi olmadan gönlünce kurulup, bireyi yönlendirmeye başlıyor. askerlik eğitimi de basit birkaç emir cümlesinden ibarettir. boş zihinde tekrar, düşünceyi engeller. görevi, başka birşey düşündürtmemektir. modern dünyanın tıkandığı yer de burası. şu koca dünyada düşünülecek başka şey bulamayan zihin kendini yer, ya da başka alternatif yoktur, boş mankafalar artık bu aptal sloganların bir ömür kurbanı, kölesi, kuklası olacak, tansu çiller'in de dediği gibi, ya başaracak ya da başaracaktır...

büyük trajedi şu; tarikatlar gün geldi zayıfladı, dağıldılar, suçu, sapık tarikatların, batıniliğin, hurufiliğin üstüne attılar. ancak ehli tarikat ilk şanlı yüzyıllarda herkese dost, herkese kucak açıyordu. bir gün geldi, başkalarına kötü, sapık demeye, deccal demeye başladı, başkalarına saldırdı...

bugün şirket yöneticilerinin ise, büyük rakip kurumların borsada belden aşağı oynadıkları, politik hileler yaptığını, haksız rekabet uyguladıklarını söylemeye güçleri-dilleri yetmiyor. çünkü aynı sistemin içinde birbirlerini eleştirecek "bağımsız mekanizmaları" yok, çünkü bir zamanlar kendilerinden küçük balığı böyle yemişlerdi, şimdi büyük balığın bu işe yaramaz leşi yemelerini usulca izleyecekler.. dağılacak, çözülecek güçleri-halleri dahi yok... batıda akıl hastanelerini işte bu şirket yöneticileri doldurur!

bu yüzden, öldürücü-yokedici bir enerjik patlamanın sonsuz inadıyla bu gurulara, öğütlere, başarıya, kararlılığı, şansa, sonuna dek mutlak imanınız olacak. islam inancında dahi, allah inancı, yüzde yüz bir kesinlikle oluşmaz, müridler bazen, geceleri istemeden, allah yok mu diye tereddüt geçirir ve sürekli tövbe ederler. oysa bu şirketlerde en küçük bir inanç zayıflığı, ya böyle değilse hayat gibi, bir küçük zaaf belirtisi, asla yok, beton gibiler!

oysa bu teknik imparatorluk descartes'in bir küçük şüphesinden doğmuştu. bugün amerika'da bilim adamları "şüphe" duymaya devam ediyor, bilimsel şüphe, ilerleme-tartışma-eleştirme, onların imtiyazlı bir ayrıcalığı. bizim ne haddimize. biz, bodoslama bağlıyız, çünkü, ilim-bilim batı dışı toplumlardan uçtu, gitti... descartes o meşhur kitabında, köpeklerin ruhu yoktur, basit organizmalardır, kesilip doğranabilirler, bir mahsuru yoktur, der. bugün ruhu olmayan basit organizmalar, insanlar oluverdik... milyonlarca soğuktan titreyen çocuğun küçücük hayatı ya da afrika kıtasının aids'ten on yıl sonra üçte bir yokolacağı...

ve artık kapitalizm, bizdeki bu öküz enerjiyi bulunca, ayakkabı, banka, yol, sağlık gibi temel ihtiyaçlarımız için değil, temel ihtiyaçlar safdışı edildi, bir insan olarak yüzbinyıl düşünsek aklımıza gelmeyecek, sanal eşyalara, filmlere, süslere, tuhaf elektronik aletlere hızla para ödeyen, bu hipnotik enerjinin tesiriyle, işte bu malların satışı ve kazancıyla modern toplumda imtiyaz edinen, şarlatan, mankafa, taşkafalar cenneti yaratıverdi!

ankara'da bir yılda toplam yüzmilyarlık kitap satılıyor mu? çayyolu'nda tanesi yüzmilyarlık yüzlerce daire. kim alacak bunları, bu taşkafalar.

bu uçsuz bucaksız taşkafalar cennetinde büyüyen talihsiz kardeşlerim! niçin bu ülkede bağımsız eleştiri yok, bu taşkaflara yüzünden! niçin iğrenç sinan çetin filmleri çok tutulur, bu taşkafalar yüzünden! neden insanlar sümük gibi iğrenç fatih ürek'le eğlenir, bu taşkafalar yüzünden, neden bayi toplantısına yemekhane kedisi suratlı sibel canlar bir gecede ellibin dolar kazanır, bu taşkafaların beğenisi yüzünden.. neden tansular, mesutlar, bahçeliler hala iktidarda, bu taşkafaların siyasi zekası yüzünden. hepsinin elinde başarı, enerji, kalite, barbar baltalar gibi dünyaya neden geldik, hayat nedir, neşe, mutluluk nedir, hepimizin duygularını, duyarlılıklarını kederlerini, hüzünlerini, ıstıraplarını paramparça lime lime ediyorlar.. sanki bu topraklar anadolu değil, sanki bizi bir ana doğurmadı, sanki hiç şairimiz olmadı, sanki aşk nedir hiç bilmedik, sanki hepimiz odtü, boğaziçi, yapı kredi, fenerbahçe, anavatan partisi, malatyaspor, sanki hep birlikte hepimiz, çelikler ticaret'in yurttaşlarıyız...

gençliğimde okuduğum sarsıcı bir hikayeydi, malaparte'ın sanırım, camgöz adında... bir nazi subayı, köyü çevirir, genç bir direnişçiyle başedemezler, direnişçi ormana kaçar, birkaç gün de ormanda uğraştırır askerleri, sonunda yakalanıp, nazi subayının önüne getirilir. nazi subayı, kendisini çok uğraştıran direnişçiyle eğlenmek ister. direnişçiye, "sana bir soru soracağım bilirsen, serbestsin" der, "gözlerimden biri camgözdür, takma, diğeri sahici gözüm. hangi gözümün benim, sahici gözüm olduğunu bilirsen" der... direnişçi çocuk nazi subayının gözlerine bakar, cam gözünü işaret ederek, "o" der "sahici gözünüz.." nazi subayı şaşırır, "neden bu gözüm" dedin... direnişçi: "çünkü o daha insanca bakıyordu!"...

1 yorum: